Chez Elita’dan Nilgün Güney’in tuvaline mavi renkli tafta bir elbise... 1
KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Kokteyllerde, partilerde, özel günlerde giyilmek üzere 1950’li yıllarda Chez Elita’dan satın alınan elbise, ben doğmadan çok önce bu eve gelmişti...
Harika bir mavi rengi vardı – derin bir maviydi bu, neredeyse saks mavisi ve materyali de “tafta” dediğimiz bir kumaştı... Tümüyle parlak fakat kendi formu olan ve kalınca bir kumaş...
Bu elbise büyük olasılık “Susan Small” marka bir elbiseydi çünkü Chez Elita o yıllarda kendileri giysiler dikmelerinin yanısıra, İngiltere’den de “Susan Small” marka hazır giyim ithal etmekteydi – Susan Small hazır giyim daha çok son derece şık, partilerde giyilmek üzere giysiler üretiyordu...
UZUNYOL’DA BİR MAĞAZA: CHEZ ELİTA...
Chez Elita, Uzunyol’da yani Ledra Sokağı’nda, bir diğer ünlü kadın giyim mağazası olan “Maison Jenny”nin yakınındaydı...
Maison Jenny’yi ben de çok iyi hatırlıyorum, hatta vitrininde giydirilmiş mankeni bile haytırlıyorum – fakat 1950’li yıllarda bir diğer mağaza daha vardı ki o da Vanity Fair adlı mağazaydı... Ben bu mağazayı hatırlamıyorum ancak onu hatırlayan arkadaşlarım var...
CHEZ ELİTA’DAN ÖZEL MUAMELE...
Ablam İlkay Adalı, “Chez Elita, ailemize özel muamele yapıyor, bize çok iyi davranıyordu” diye anlatıyor... “Bunun nedeni, bir tarihte dükkanları soyulmuştu ve rahmetli babacığımız hırsızların yakalanmasında önemli bir rol oynamıştı... O dönem Lefkoşa Belediyesi henüz ortaktı ve Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar birlikte çalışıyordu... Babamız Niyazi Uludağ da (o tarihlerde henüz Hüseyin Niyazi Sami olarak bilinmekteydi), belki 13 yıl polis çavuşu olarak çalışmış olduğu için, Lefkoşa Belediyesi’nde savcılık görevi de yapmaktaydı... Savcılık göreviyle bu hırsızların yakalanmasını sağlamış olabilir...
İşte bu nedenle dükkanın sahibi bize her zaman iyi davranıyordu... Onu hatırlıyorum, kısa boylu, tıknazca, sarışın bir kadındı...”
Kızkardeşim, dükkan sahiplerinden Elita’dan söz ediyor...
1953’TE KURULMUŞ...
“Chez Elita” ya da “Athenian Fashion House” yani “Atinalı Modaevi”, 26 Ocak 1953 tarihinde kurulmuş, Elli Leonida Dadakaridu tarafından... Elita ve kızkardeşi Litsi tarafından yönetiliyormuş... Ancak Chez Elita’nın esas belkemiği anneleri Sofia imiş...
Bayan Sofia terziymiş çünkü ve yalnızca kokteyl giysileri, paltolar, şapkalar ithal etmekle kalmıyormuş, aynı zamanda özel sipariş üzerine dikiş de dikiyormuş... Ve bu dikiş-nakış işlerini yürütebilmek maksadıyla, yanında başka terziler de çalıştırıyormuş... Bir tür “haute couture” işi yapıyorlar, modada Lefkoşalılar’a öncülük ediyorlarmış... Müşterileri hem Kıbrıslırumlar, hem Kıbrıslıtürkler, hem de İngilizler ve Kıbrıs’ın öteki toplumlarından insanlarmış... Bayan Sofia’nın eşi Leonidas da ona yardımcı olmaktaymış...
YUNANİSTAN’DAN GELMİŞLER...
Baldızı, Chez Elita’da Bayan Sofia için çalışmış olan Anthi Aleksandru da sorularımı yanıtlıyor bu konuda...
Chez Elita hakkındaki sorularımı “LEFKOŞA’NIN GEÇMİŞ YILLARI” başlıklı sosyal medya grubuna yazıyorum – George Messaritis’in yürüttüğü harika bir grup bu, Lefkoşa’yla ilgili. Ve Anthi Aleksandru da buraya yazdığım soruları görüp, “Baldızıma sorup sana yanıt vereceğim” diye yazıyor bana... Ardından yanıtı geliyor:
“Sevgili Sevgül, merhaba... Sana baldızımın bir süre Chez Elita’da terzi olarak çalıştığını anlatmıştım. 1964 ile 1971 yılları arasında Chez Elita’da terzilik yapmış. Bana anlattığına göre, Chez Elita’nın sahibi Bayan Sofia ile kızları Elita ve Litsi imiş... Yunanistan’dan gelmişler... Elita, bir İngiliz ordu subayıyla evli imiş...
1967 yılında anneleri Sofia ölünce, iki kızkardeş başbaşa kalmış... Böylece mağazadaki işleri yürütmeyi birlikte sürdürmüşler... Ancak bir noktada anlaşmazlığa düşüp ayrılmışlar.
Litsi “Chez Elita”dan ayrılarak “La Coquette” (“Koket”) ismi altında, kendi mağazasını açmış.
Elita yalnız kalmış ve bir süre sonra işini Larnaka ve Yunanistan’dan iki arkadaşı olan Agni ve Kate’e satmış... Mağazasını sattıktan sonra Yunanistan’a geri dönmüş... Baldızım bana yüksek sosyeteden hanımların bu mağazanın müşterileri olduğunu anlattı...”
SELANİKLİ İMİŞLER...
Sonra Kiriakos Çimillis’ten bir telefon alıyorum – “Lefkoşa’nın Geçmiş Yılları” grubunda birisi yazdıklarıma dikkatini çekmiş ve o da beni arıyor... Meğer eşi Hristina’nın vaftiz anasıymış Elita Hanım, böylece daha ayrıntılı bilgi alabiliyorum...
Bana Elita ve ailesinin Selanik’ten geldiklerini anlatıyor. İşte böylece bir bulmaca daha çözülüyor... Çünkü annesi terzi olan bir arkadaşım bana Chez Elita’ya her zaman annesiyle gittiklerini ve dükkan sahiplerinin çok iyi Türkçe konuştuklarını anlatmıştı... Bazıları ise bana Chez Elita’nın sahiplerinin Kıbrıslıermeniler olduğunu söylemişti – sonuçta onların Selanik’ten yunanlılar olduğunu anlıyorum. Böylece neden Türkçe konuşabildikleri de anlam kazanıyor. Ben de olağanüstü güzellikteki Selanik şehrini ziyaret etmiştim, burası çokkültürlü bir yerdi ve lokantalardaki menüler de Türkçe’ydi... Türkçe’yle haşır-neşir olmuş, turizminin bir bölümü de Türkiyelilere dayanan Selanik, Türkçe’ye yabancı değil, Osmanlı idaresi altında yaşamış olduğu için yüzyıllarca...
BİR AYAKKABI TAMİRCİSİ: HÜSEYİN KÜFİ...
Annesi terzi olan arkadaşım bana Chez Elita’nın yanında akrabalarından birisinin bir ayakkabı tamir ve ayakkabı boyama dükkanı olduğunu anlatmıştı – Hüseyin Küfi adlı bir Kıbrıslıtürk’tü bu... Bay Küfi, uzun yıllar ABD’de kalıp orada çalıştıktan sonra Kıbrıs’a dönmüş ve Uzunyol’da (Ledras Street’te) Chez Elita’nın yanında bir ayakkabıcı dükkanı açmıştı... Hatta ayakkabı boyatmak isteyenler için Amerika’dan özel bir de sandalye getirmiş – yüksekteymiş bu sandalye ve arkadaşım ona çıkıp oturmayı ve ayaklarını havada sallamayı çok severmiş...
Nitekim Bay Kiriakos Çimillis de bu dükkanı çok iyi hatırlıyor ve bana Bay Küfi’yi soruyor...
“Annemle birlikte ona ayakkabı tamir ettirmeye giderdik” diyor...
Bay Kiriakos Çimillis, EDEK’in temsilcisi olarak iki toplumdan siyasi partilerin Slovak Büyükelçiliği tarafından bir araya getirildiği grupta aktif... Onu oradan tanıyorum... “Birlikte Başarabiliriz” adlı iki toplumlu kayıp yakınları ve savaş mağdurlarının örgütü olarak yaptığımız tüm etkinliklere de katılmıştı Bay Kiriakos Çimillis...
Fotoğraflarımı karıştırıp Bay Küfi’nin o tarihlerde vermiş olduğu İngilizce bir ilanı da buluyorum...
Bu mağazada yalnızca ayakkabı tamiri ve ayakkabı boyacılığı yapmıyormuş, özel sipariş üzerine ayakkabı da üretiyormuş – ayrıca kuru temizleme, şapka temizleme gibi işler de yürütüyormuş...
1963 yılı sonunlarına kadar Ledra Street’te (Uzunyol’da) çalışan Bay Küfi, iki toplumlu çatışmalar patlak verince ve artık Kıbrıslıtürkler’in Uzunyol’da gidip çalışmasına Kıbrıslıtürk makamlar izin vermeyince (ve elbette büyük olasılık güvenlik nedenleriyle de), mecburen Lefkoşa’nın Kıbrıslıtürk kesiminde bir ayakkabı tamirci dükkanı açmış Silihtar’da ve burada neredeyse ölünceye kadar çalışmasını sürdürmüş... Bay Küfi’nin torunu da ünlü tiyatro sanatçısı Ali Düşenkalkar...
DEVAM EDECEK
BİR FİLM
“The Dig…” (“Kazı”…)
Bilgehan Uçak
Simon Stone'un konusunu 2. Dünya Savaşı öncesinde gerçek bir olaydan alan "Kazı" (The Dig) filminin düşündürdükleri... Savaş kapıya dayandığında, düşman ordusu toplarıyla, uçaklarıyla yığıldığında elinden ne gelir bir insanın?
1939 yılında Avrupa'da herkesin adını bildiği belki de tek insan Adolf Hitler'di.
Ona hayran olanlar vardı, karizmasından büyülenenler, hayallerini paylaşanlar vardı; öte yandan, ondan ölesiye korkanlar daha çoktu, nefret edenler, suikaste uğratmaya çalışanlar, ona, fikirlerine, hatta bıyıklarına bile düşman olanlar vardı.
Ama herkesin zihninde Adolf Hitler dendiğinde bir ışık yanıyordu; kimileyin güneş sarı, kimileyin gece siyahı.
Savaş resmen başlamamıştı ama eli kulağındaydı, erkekler kafileler halinde askere alınıyordu, Avrupa, yirmi sene sonra yeni bir savaşa hazırlanıyordu.
Franco, iç savaşı kazanıp diktatörlüğünü ilan etmişti; İtalya'nın başında Mussolini vardı...
İçi fokur fokur kaynayan Almanya sınırlarına sığamayıp yayılmaya başlamıştı.
Hayli varlıklı bir dul olan Edith Pretty, kalp rahatsızlığının nüksetmediği zamanlarda oğlu Robert ve maiyetindekilerle birlikte malikanesinde müreffeh bir hayat sürmektedir.
Radyolarda, sinema filmlerinin başında sürekli kapıya dayanan savaştan, Hitler'in planlarından söz edilir.
Edith Pretty'nin aklında ise her an patlayacak savaştan çok, bahçesindeki höyüklerin altında ne gizli olduğu vardır.
İçinden bir ses, şayet toprağı kazdırırsa, altından dünya tarihini değiştirecek bir şey çıkacağını söyler.
Yörenin en iyi kazıcısı olarak bilinen Basil Brown, bu işin sırlarını zanaat öğrenir gibi babasından öğrenmiştir, babasına ise onun babasından tevarüs etmiştir.
Çocukluğu Ipswich'te toprağı eşeleyerek, kazarak geçmiştir, akademiye girip arkeolog olmamıştır ama hiçbir arkeolog Ipswich toprağı hakkında onun kadar malumat sahibi değildir.
Edith Pretty, işin başına Basil Brown'u getirdiğinde tarihi önemi haiz bir kazı başlattığını bilmiyordu.
Savaş kapıdaydı.
Yanındakiler hariç, sadece Brown'a haftalık iki sterlin ödüyordu.
Bütün bunları yapmak yerine daha rahat edebileceği bir hayat sürmeye çalışabilirdi, belki atlayıp bir gemiye savaştan uzağa, Amerika'ya bile gidebilirdi.
Ama gitmedi.
Toprağın altından ne çıkacağını merak ediyordu ve hayatının o an için en önemli gündem maddesi buydu.
Amatör arkeolog Basil Brown, kazıdıkça boşa emek sarf etmediğini gösteren buluntularla karşılaştı.
Devlet de ilgi gösteriyordu artık, kazının sorumluluğu deneyimli bir arkeolog olan Charles Philips'e verilmişti.
Basil, toprağın altından çıkan geminin Vikinglere değil Anglosaksonlara ait olduğunu iddia ederken, Charles Philips bunun bir Viking gemisi olduğunu söylüyordu.
Basil Brown haklı çıktığında İngiltere, Almanya'ya ültimatom vermiş ve savaş ilan etmeye hazırlanıyordu.
Oysa, Londra'ya bir saat uzaklıktaki malikanenin bahçesinde, geminin kaçıncı yüzyıla ait olduğu tartışılıyordu.
Vikinglere mi? Anglosaksonlara mı?
Bu büyük keşfe şahit olmuş kimsenin aklından bir an önce askere yazılmak geçmiyordu.
Fırçalarla toprağı eşelemek ve gemiyi daha kusursuz bir halde, yıpratmadan, zarar vermeden çıkarmak istiyorlardı.
Aradaki mesafeye rağmen Almanlarla sıcak savaş ihtimalinin çok yüksek olduğunu biliyorlardı ama işte sonbaharda yağmur yağar İngiltere'de, gemiyi de korumaları gerekiyordu.
Savaş kapıdayken toprağın altında bin küsur yıldır yatan bir gemiyle uğraşmak yersiz midir?
Luftwaffe, gökyüzünde terör estirir, uçaklar birbirini avlarken işe yaramaz bir geminin kime ait olduğu önemli midir?
Ne işe yarar savaş zamanında ressamlar, arkeologlar, romancılar, piyes yazarları, astronomlar, heykeltıraşlar, pandomimciler, sanat tarihçileri?
Bir onbaşı kadar var mıdır değerleri?
Savaş kapıya dayandığında, düşman ordusu toplarıyla, uçaklarıyla yığıldığında elinden ne gelir edebiyat profesörünün?
Ama en nihayetinde, geriye Franco değil Guernica, Stalin değil Ivan Denisoviç'in Bir Günü, Hitler değil Büyük Diktatör kalıyor.
Galiba daha iyi bir dünya nasıl kurulur sorusunun cevabı meleklerin cinsiyetini tartışmaktan ve aşk romanları okumaktan geçiyor.
(BİANET.ORG – Bilgehan UÇAK – 6.2.2021)