Çiçekler ve Kurşunlar
Kelimelerimi kaybettim. Dinlediğim vahşet, yaşadığım dehşet, sistemimi kilitlemiş olmalı. Bir süre hiçbir şey hissedemedim. Ağlayamadım, gülemedim, konuşamadım. Dondu kaldı tüm hislerim ve zihnim, yüreğim sıkıştı.
Niye diyor Giorgos Liasis, nasıl bir duygu 17 kişiyi, masum 17 insanı, 2 yaşında bir çocuğu öldürme arzusu yaratır? Bunu kim yapar, niye yapar diye tekrarlıyorum içimden, Hüseyin Akansoy Muratağa’da katledilen ailesini anlatırken.
Bir karatahta geliyor ekrana, çocukların yaşları yazılı. 10, 12 yaşlarındaki çocukların isimleri sınıfta konuştukları için yazılmalı karatahtaya, yaramazlık yaptıkları için, kurşuna dizildikleri için değil. Okulda!
Nasıl bir nefret, ne tür bir öfke ilkokuldaki çocukları hedef alır. Hangi yüce amaç bunu haklı kılabilir, ne tür bir tanrı affedebilir bu vahşeti, soruları kemirip duruyor beynimi. Gözlerim görmek istemiyor, duyduklarıma inanmayı reddediyor zihnim. Yüreğim isyan yeri.
Canlanıyor yavaş yavaş duyularım. Önce keskin bir öfke hissediyorum. Benim öfkem milletlere değil, benim öfkem, şiddete, kurşuna, savaşa, top yekûn. Kime gittiği, kimden geldiği şiddetin önemli mi?
Utanç duyuyorum ardından, derin bir utanç. Utandığımız yer evimizdir dendiğini anımsıyorum film gösterimi öncesi. Ben insanlığımdan utanıyorum. Dünyayı yangın yerine döndüren insandan utanıyorum.
Sarılıyorum Aleco’ya sıkı sıkı, gözlerim nemli. Kelimelerim geri gelmemiş henüz, konuşamıyorum. Hissettiklerimi ifade etmemin tek yolunun bu olduğunu biliyor, eski dostum, açıyor kollarını kocaman. Gözyaşlarımız artık dur durak bilmiyor. Dünyadaki en acımasız yaratık ile tanıştın mı diyor, insan ile?
Krakow’da tanışmıştık diyorum, yıllar önce, Auschwitz’de, toplama kampında. Gaddar yüzünü unutmaya çalıştıkça insanoğlunun, hortluyor. Unutturmuyor ki kendini, hep hatırlatıyor.
Çok büyük saygı duyuyorum, Hüseyin Akansoy’a, Giorgos Liasis’e, yakınlarını kaybeden, insan sevgisini canlı tutabilen herkese. Bu acıyı yaşamadan anlamak mümkün değil. Onların çocuk yaşlarda daha yaşadığı öfkeyi, isyanı, hayal kırıklığını anlayabileceğimi hiç sanmıyorum.
Affetmek çok yüce bir duygu, affedilebilir mi bu vahşet bilmiyorum. Annelerini, kardeşlerini, yeğenlerini savaşa kaybeden iki Kıbrıslının sahnede birbirlerine sarılıp bu ülke birleşsin, bu acılar bir daha yaşanmasın diyebilmeleri büyük bir saygıyı hak ediyor.
Çiçekler ve Kurşunlar belgeseli bu adanın acılarını, acı olarak anlatıyor, katıksız. Bizim, hepimizin acısı. Kıbrıs’ın, Kıbrıslının, insanlığın yarası. Hatırlatıyor unutmuşsak eğer; kötü millet yok, insanın, iyisi, kötüsü var. Bunları yapanlar Türk ya da Rum oldukları için değil, katil oldukları için yapıyorlar. Savaş kötü!
Filmin yapımcıları, Niyazi Kızılyürek, Panikos Hrisantu, Duvarımızdan sonra yine cesur ve sarsıcı bir belgesele birlikte imza koyuyorlar. Ağzına kadar dolu bir salonda, ayakta alkışlanmayı hak ediyorlar, sonuna kadar.
Birbirimize parmak sallamaktan vazgeçip, karşılıklı acılarımızı, ortak acımız yapabildiğimiz zaman, birlikte kazanacağız ve öğreneceğiz, barış içinde yaşamayı. Bir daha duygularım donmayacak, kelimelerim kaybolmayacak o zaman…