CİN ŞİŞEDEN ÇIKTI…
Demokrasiyi sandık fetişizmine indirgeyen, ancak sandıktan tavşan çıkaramadığında sandığı tekmelemekten kaçınmayacağını da gösteren rejim, İstanbul seçimlerini yenileterek “demokrasi ringindeki” son oyununa hazırlanıyor.
Aynı zarftan çıkan 4 oy pusulasından 3’ünün “temiz”, 1 tanesinin ise “şaibeli” bulunmasının açıklaması yok elbette. Zaten kimsenin de böyle bir açıklamaya gereksinimi yok. Rejimin, kuzuyu çoktan yemeye niyetli bir kurt olduğunu bilen herkes hukuk ve demokrasi çerçevesindeki itirazların bir işe yaramayacağını da biliyor. Her ne kadar seçimin yenilenmesi kararını reddetmesi ve boykottan sine-i millete dönmeye kadar diğer seçenekleri düşünmesi gerektiğini söyleyenler olsa da muhalefet, rejimin “seçim yenileme” kararına karşı “hodri meydan!” dedi. İstanbul hiç kimsenin anlam veremediği fakat nedenlerini gayet iyi anladığı gerekçelerle yeniden seçime gidecek 23 Haziran’da…
Boşuna denmiyor “İstanbul Türkiye’dir, İstanbul’u yöneten Türkiye’yi yönetir” diye… İTO verilerine göre 2018 sonu itibarıyla Türkiye’deki her 100 kurumlar vergisi mükellefinin 37’si İstanbul’da. Her 100 Dolarlık ihracatın 51’i İstanbul’dan gerçekleştiriliyor. Avrupa’nın turist çeken 3., dünyanın 9. Sırasındaki şehir İstanbul. 2018’de 198 ülkeden 12.3 milyon yabancı ziyaretçiyi ağırlamış bir şehir. Aynı dönemde Türkiye genelinde 37.3 milyon yabancı turist ağırlandığı düşünülürse bu, her 100 turistten 33’ünün İstanbul’a geldiği anlamını taşıyor. Yine 2018 rakamlarına göre İstanbul, toplam Türkiye banka mevduatının %43 ünü elinde bulunduran en zengin kent. Türkiye’deki her 10 şirketten 4’ü İstanbul’da. İstanbul 2017’de tek başına 970.2 milyar liralık bir GSMH yarattı ve GSMH’dan % 31.2 pay aldı. Türkiye’nin 500 büyük şirketinin 250’si yine burada ve İstanbul sadece ekonomik göstergeleri ile tek başına 140’a yakın ülkeye bedel…
Sadece ekonomik açıdan değil ülkenin kültürel başkenti de sayılan ve Ankara’ya rağmen siyaseti belirleme gücü taşıyan; Türkiye pastasının en kalın, en iştah kabartan dilimi için kıran kırana bir mücadele veriliyor. Rejimin yerel yönetimlerin neredeyse tüm damarlarını kesmesine, elini kolunu bağlamasına rağmen İstanbul’dan kolayına vazgeçmek istememesinin en büyük sebebi bu. Rejim İstanbul’u kaybettiğinde sadece Türkiye’nin en önemli gelir kaynağı trafiğinin yönetimini değil, daha önemlisi psikolojik üstünlüğünü yitireceğini biliyor.
Muhalefetin rejimin restine restle karşılık vermesini eleştirenler, “faşizmin kaybedeceği seçime girmeyeceği” bilgisinden hareket ediyor ve mücadelenin artık mecliste ya da sandıkta değil, sokakta yürütülmesi gerektiğini söylüyorlar. Bunun aksine görüş belirten ve yenilenen seçimlere katılınması gerektiğini savunanlar ise bırakın genel çerçevede demokrasiyi, anayasayı, hukuku, insan haklarını, en temel hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını, düşünce ve ifade özgürlüğünü kendisine yönelik darbe girişimi olarak niteleyen bir rejime karşı muhalefeti sokağa taşımayı önermenin ülkeyi şiddet sarmalına sokacağı endişesini taşıyorlar.
Sokaktaki vatandaş ise ilginç biçimde bir yandan endişe ve tedirginliğini yansıtan düşünce balonlarıyla dolaşırken, diğer yandan da ağızlardan bugüne dek hiç duyulmamış ölçüde gür biçimde “her şey çok güzel olacak” sloganı dökülüyor.
İnsanların seçim yenileme kararının demokrasi ve hukukla bağdaşmadığını biliyor olmaları ve fakat 23 Haziran’da sandığa gitme konusunda hayli kararlı ve istekli görünmelerini Türkiye’ye dışarıdan bakanların anlamakta güçlük çektikleri aşikâr. Öyle ya, eğer yenileme kararı hukuka ve demokrasiye aykırıysa, bunu dillendirmek ve seçimin yenilenmesini reddetmek yerine yeniden sandığa gitmeyi kabul etmek niye?
Görünen o ki açık ve net biçimde bir bilgiye sahip insanlar: Rejimin silahsız, sivil, demokratik kitlesel çıkışlara ne sertlikte yanıt verdiğini Gezi sürecindeki deneyimleriyle, 7 Haziran- 1 Kasım sürecindeki deneyimleriyle, 15 Temmuz ve sonrasında yaşananlara dayanarak biliyor herkes.
Bu deneyimlerin ürettiği şey, sanıldığı gibi mücadele korkusu değil… İnsanların endişesi, ülkenin geri dönülmez bir iç çatışma sürecine girmesi. Suriye, Irak deneyimlerine her ne kadar “uzaktan” bakıyor gibi görünse de Türkiye kamuoyu hemen yanı başında olup bitenlerin bilinçaltı travmasını yaşıyor ve benzer şeylerin kendi topraklarında da yaşanmaması için iktidar ve yandaşlarının tüm provokasyonlarına rağmen azami sağduyuyu gösteriyor. Sağduyu ve sabrı zorlayan, toplumun sinir uçları ile oynayan ise bizzat rejimin kendisi… Siyasi tansiyonun bu derece yükselmesinin temelinde giderek derinleşen ekonomik kriz, artan yoksulluk ve gelir dağılımında oluşan uçurum var.
Artık sadece rejimin geleneksel muhalifleri değil, bizzat bugüne dek ona oy taşımış kesimler de kızgın! Rejimin iktidarını koruma ve sürdürme pahasına başvurduğu hukuksuzluk, toplumun en geniş kesimlerine yayılan öfke ve kızgınlığa artık orta sınıfları da derinden sarsmaya başlayan ekonomik krizin öfke ve kızgınlığını da ekleniyor.
Rejimin hesaba katmadığı şey, ekonominin görece parlak dönemlerinde sineye çekilenlerin, yerle yeksan olmuş bir ekonomik kaos ortamında eskisi kadar kolay sineye çekilmeyeceği. Çalışan kesimlerin ekmeği hızla küçülürken, ekonomik dengeler kontrolsüz bir hızla bozulurken, gelir adaletsizliği Cumhuriyet tarihinin en büyük uçurumunu oluştururken bütün bunlara bir de hukukun, adaletin, demokrasinin bizzat rejim tarafından ağır biçimde yaralanması eklendiğinde geniş toplumsal kesimlerin hoşnutsuzluğu artık güçlü bir itiraza dönüşme potansiyeli taşıyor. Son yıllarda iyice yükseltilip kalınlaştırılan korku ve endişe duvarında gedikler açılmasının, bugüne dek olup bitenlere “aman ağzımızın tadı kaçmasın” diyerek sessiz kalanların bile itirazlarının yükselmeye başlaması bundan…
“Her şey çok güzel olacak” sloganı kulağa hoş geliyor ve insanları umutlandırıyor fakat aslında herkes biliyor ki her şey o kadar da kolay olmayacak…
23 Haziran’a dünyanın herhangi bir demokratik ülkesi için çok kısa, Türkiye için ise çok uzun bir zaman var ve rejim böylesi uzun zamanları yönetme becerisine ne kadar sahipse, muhalefet, özellikle de sadece yönetimine talip olduğu kentin değil, adeta bütün ülkenin beklenti yükünü bir anda omuzlarında buluveren Ekrem İmamoğlu ve CHP için aynı şeyi söylemek mümkün görünmüyor. Beklenti yükseldikçe sabırsızlığın, sabırsızlık arttıkça kontrolsüzlüğün kapıda olduğu bir ortamda gemiyi batırmadan sakin ve güvenli bir limana demirlemek hiç kolay olmayacak.
İmamoğlu’nun Türkiye’nin beklediği, en azından solun hayal ettiği Godot olmadığını herkes biliyor. Ama bu, bugüne dek küçük harflerle konuşan, alçak gönüllü bir ifadeyle herkesi kucaklamaya çalışan bu genç siyasetçinin rejimin burçlarında derin yarıklar açma potansiyeli taşıdığı gerçeğini de göz ardı etmeyi gerektirmiyor.
Geniş kitleleri etrafında toplayabilen liderlerden, güçlü hareket kabiliyetine sahip örgütlerden yoksun bir muhalefet için İmamoğlu siyasette mevzi savaşlarına girilen şu evrede kendi hayallerinin bile ötesinde bir misyon üstlenmiş durumda. Bu şartlarda İmamoğlu’na kuşkulu bakışlar fırlatmak, onun üzerinden 23 Haziran’a umut bağlanmasına dudak bükmek yerine 23 Haziran’ı muhalefetin en geniş kesimlerinin ittifakını örmek için bir fırsat olarak değerlendirmek daha akılcı görünüyor.
Sonuç her ne olursa olsun, 23 Haziran’dan sonra Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Rejim, ali-cengiz oyunuyla İstanbul’u alabilirse bu kendi içine sinecek kadar bile bir “fetih” duygusu yaratmayacak. Hele ki kaybederse, şişeden çıkmış olan cini allame-i cihan gelse yeniden şişeye sokamayacak…