1. YAZARLAR

  2. Tayfun Çağra

  3. Çıngırak seslerinden umut kaldı sadece…
Tayfun Çağra

Tayfun Çağra

Çıngırak seslerinden umut kaldı sadece…

A+A-

tc1.jpg

Bir bayramdı yine… Girne’nin betonlaşmış, artık hava almanın neredeyse imkânsız olan ortamından uzaklaşmak zorunda kaldığım evin balkonunda oturmuşum bayramın son günü…

İçimden, kafamdan geçenleri dökmüşüm, sizinle paylaşmışım o günlerde… Beş yıl geçmiş üstünden… 95 büyük yangınını hatırlarken o günlerde şimdi ne yazık ki bu kötü anılar arasında bir de Tepebaşı-Kalkanlı yangını girecek…

***

“Bayramın son günüydü…

Pazar günü yine balkona oturmuş, kitabımı okuyorum.

Yakın zamana kadar olan bunaltıcı sıcaklar nihayet yavaş yavaş Ada’yı terk ediyor.

İki ay önce aynı balkonda ayaklarımı soğuk suya batırmış, kitap okumaya çalışırken şimdilerde ara sıra üşüten hava dalgalarında oturuyorum.

Kitabım yine elimde ama Saint Hilarion manzaralı Beşparmak Dağlarını, önceki zamanlarda sayısız izleyişime rağmen, bir izlence daha katmadan duramıyorum. Sanki her seferinde farklı bir şey göreceğim gibi bakıyorum… Çok farklı bir şey yok ama yine de ben bir fark varmış gibi bakıyorum. Aslında 95 yılındaki büyük yangından sonra dikilen fidanların artık ağaç olmuşluklarını bir daha bir daha izlemek bana büyük bir keyif veriyor.

Balkon korkuluğuna tutturulmuş şemsiyemi, öğleden sonra güneşi henüz gelmediği için açmamışım…

Açılmamış şemsiye gözümün ön planında dururken arkasında, ağaca yüz tutmuş fidanların en tepesinde, 700 metre yüksekte, tarih kitaplarında adına 12. yüzyılda rastlanmış Saint Hilarion Kalesi’nde geçmişi düşlerken buluyorum kendimi…

Hangi yüzyılda yapıldığıyla ilgili kesin bir tarih yok ama Kale, Arap saldırılarına karşı halkı korumak için yapılmış… Ardından Türklere karşı yeniden sağlamlaştırılmış, Bizans’ın, Venediklilerin eline geçmiş Kale, adını ise Filistinli bir keşişten almış. Kim bilir savaşlarda, durgun zamanlarda, keşişe yapılan ziyaretler boyunca neler yaşanmış, kimler gelmiş, kimler gitmiş!..

Kale’den aşağıya doğru gözlerim inerken, yeşil fidanların hemen altında betonlar başlıyor bu kez…

Deniz tarafına bakamıyorum bile çünkü artık kalkan betonlardan denizi görmem imkânsız… Hep Beşparmaklara doğru dönüyorum yüzümü… Ne kadar apartman yükselse de henüz dağlarımın yüzünü kesecek gibi değil… Oysa ki ilk yılları düşünüyorum, o binaya ilk geldiğim günleri… Ne önünde ne ardında, ne sağında ne de solunda şimdiki gibi birbirine geçmiş, karmakarışık, bunaltıcı betonlar yoktu… Balkonun altına kadar gelen keçi, koyun sürüleri, çıngırak sesleriyle bizi balkona çağırırdı. Henüz yeni yeni koşmaya başlayan kızlarımı hemen çağırır, otlayan koyunları seyretmelerini sağlardık.

50 metre uzağımızdaki alanda mahallenin çocukları koşturuyor, top oynuyor, yemek saatlerinde annelerinin çağırmalarıyla evlerine dağılırlardı.

Şimdi o manzaralar, o doğallık artık yok. Hepsi gitti.

***

Tekrar dağ tarafından aşağıya inmeye devam ediyorum. Beyaz betonların arasında tek tük alan ağaçlar boyunlarını güneşi görebilmek için kaldırmaya çalışıyorlar… Kapalı şemsiyemin ardından bu kez hemen dibimizdeki sitenin bloklarının beyazlığı kamaştırıyor gözlerimi… İyi ki o iki çam ağacı var, yoksa o balkonda hiç oturulmazdı diye düşünüyorum.

O iki çam ağacı ki site yapılmadan önce henüz insan boyundalardı… Sitenin müteahhidi blokları o çam ağaççıklarının olduğu yerden başlatacak, yani onlar kesilecekti. Rica etmiştim ve blok planlarını o iki ağaca kıymayacak şekilde değiştirmişti. O çamlar şimdi apartmanların boyunu aştı, göz kamaştıran beyazlığın ortasında yeşillikleriyle gözlerime can veriyor, kumru çiftlerine yuva oluyorlar, en hafif rüzgârda diken yapraklarını sağa sola savurarak rüzgârı karşılıyorlar…

***

Birkaç dakikalık geçmiş ve bugün karşılaştırmalı hayal dünyamdan tekrar kitabıma dönüyorum.

Dönmek durumundayım zaten, çünkü şemsiyeyi açma vakti geldi. Açılan şemsiyenin büyükçe yuvarlağı beni güneşten koruyacakken dağları görmemi de engelleyecek olması kitaba daha da konsantre olmamı sağlayacak.

Kafamı aşağıya indirirken iki çam ağacının ve betonların ardından Saint Hilarion’a kadar uzanan ağaca dönmüş dayanışmanın fidanlarını o balkondan hep görebilmek umudumun sönmemesini diliyorum.

 


Gidemiyoruz artık!..

tc2.jpg

Gündemimizin çok da değişmediğini defalarca dile getirmişizdir… Tabii son zamanların corona’sı dışında…

Betonlaşma, su sorunu, ekonominin kötülüğü, Türkiye’ye bağımlılık vs… Ancak önceleri bu sıkıntılardan biraz uzaklaşmak için fırsat bulduğunuzda, maddi-manevi olanak yarattığınızda çıkardınız, kaçardınız bu Ada’dan birkaç günlüğüne hiç olmazsa…

Hatta Ada’dan kaçmasanız da ‘diğer yarısına’ geçerdiniz… Başka bir ülkeye gitmiş gibi birkaç saatliğine veya birkaç günlüğüne kendinizi soyutlardınız buralardan…

Ama şimdilerde o da olmuyor… Bakın dört sene önce neler yazmışım;  

“Bizde Templos İnisiyatifi’nin köylerini betondan koruma çabaları ve buna karşı hükümetin duyarsızlığı, su anlaşması ama borulara giremeyen su, zaten hâlâ çoğu yerde boru olmadığı için sürekli kazılan yollar, yeni hükümetin tavla teslim ekonomik ve mali protokole imza atmayı beklemesi, kasanın ağzı borçlarla açılırken bu borçları kapatmak için Türkiye’den paranın mutlaka gelmesi gerektiği, yeniden bürokrat kıyımı ve yeni müşavirlerin ortaya çıkması gibi bunaltıcı, sıkıcı ve sinir edici bir gündemden sonra iki adım ötede ne yazık ki başka bir ülkeye gitmiş gibi bir-iki saatlik bir tatil…”

Yeni normalde de birkaç saatlik soyutlanmayı dört gözle bekliyorum…

 

Bu yazı toplam 1621 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar