“Çivisi Çıkmış Dünya”*
“Çivisi Çıkmış Dünya”*
“Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla.” Bu cümle ile başlar “Çivisi Çıkmış Dünya” kitabına Amin Maalouf. Böyle olmadığı söylenebilir mi? Yirminci yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmeler dikkate alındığında, yıkılanın yerine neyin konacağının belirsiz olduğu ve de -yine de bir umut- belirsizliğin yeni imkânlar sunduğu kaotik bir sürecin başladığı (ve halen devam ettiği) çok aşikâr, yeni yüzyıla girerken. Her ne kadar ‘tarihin ve ideolojilerin sonu’nu ve liberalizmin kalıcı zaferini ilân edenler olmuşsa da bu kritik dönemeçte, bunun ‘aldatıcı zafer’ olduğu çok geçmeden anlaşılacak, küresel ölçekte ve hemen her seviyede satır satır büyüyen felaket tablosu giderek hâkim hale gelecektir.
Bu tablo karşısında ona bu kitabı yazdıran endişelerinden söz ederken şunları dile getirmektedir Maalouf: “Aydınlanma Çağı’nın bocaladığını, zayıfladığını ve kimi ülkelerde sona ermek üzere olduğunu gören bir Aydınlanma yanlısının; bir zamanlar özgürlüğün, dünyanın tamamına yayılmakta olduğuna inanan, şimdiyse ona yer olmayan bir dünyanın biçimlendiğini gören, eli kolu bağlı biçimde fanatizmin, şiddetin, dışlanmanın ve umutsuzluğun yükselişine tanık olan bir özgürlük tutkununun; her şeyden önce de, aslında sadece, pusuda bekleyen yok oluşa boyun eğmek istemeyen bir yaşam aşığının endişeleri benimkiler.” Daha çok romanlarıyla ve romancı kimliğiyle öne çıkan Maalouf’un denemelerinin yer aldığı bu çalışmada, bu kez kendi bireysel yaşam deneyimlerinden de beslenen, bu dünyanın hallerine yönelik kaygılarını dillendiren ve o kaygılardan hareketle geleceğe yönelik bir pusula oluşturmaya çalışan dünyalı Maalouf’ vardır karşımızda. Çalışmanın esasını teşkil eden, çubuğun asıl büküldüğü yer ise evrensel ölçekte yaşanan doğal felaketler, ekonomik krizler ve adaletsizlikler, siyasal çatışmalar yanında, bir bakıma bugünün dünyasına damgasını vuran “Batı-İslam’ ya da daha genel bir ifadeyle “medeniyetler çatışması’dır.
Aşikâr olan şudur: Yirminci yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmelerin ardından ‘ideolojiler’ gerilerken evrensel ölçekte ‘kimlikler’ ve kimlik zeminli hareketler öne çıkmaya başlamıştır. Özellikle azınlıkta olan ve baskı altında tutulan kesimlerde gözlenen ‘kimlik’ hareketleri içinde kendini Batı’nın karşısında ve onun baskısı altında hisseden İslam dünyasında da kimlik hareketleri karşılık bulacak, özellikle köktendincilik gerek entelektüel gerekse siyasal düzlemde giderek etkinlik kazanacaktır. O kadar ki 1979 yılında İran’da Ayetullah Humeyni’nin iktidar olmasıyla gerçekleşen dramatik değişim tam da bu arayışa denk düşen somut bir karşılık bulacaktır. İşte bundan sonradır ki Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasında, bir başka ifadeyle ‘kapitalist blok-sosyalist blok’ geriliminde evrensel ölçekte daha çok anti-kömünist, ulusal-yerel ölçekte ise Arap ulusalcılara yönelik ve sol karşıtlığı tavırlar sergileyen islami kesimler; iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle büyük oranda kendi yerel-ulusal sınırlarından taşarak, dinsel kimlik temelinde yatay anlamda genişleyerek, neredeyse top yekün Batı karşıtı bir konum içine gireceklerdir. İki kutuplu dünya sonrası Batı ise, özellikle terör gerekçesini öne çıkararak yeni hasmını belirleyecek, bu kez kendini İslam karşısında konumlandıracak ve bu da nihayetinde, giderek alevlenen “medeniyetler çatışması”na yol açacaktır. Kabaca çerçevesi çizilen ve şimdilerde çok kanlı örnekleri yaşanan tablo budur ve buradan bakıldığı zaman gerçekten de ‘dünyanın çivisi’ çıkmış gibidir.
Maalouf şiddetin ve öfkenin hâkim olduğu bu kanlı tabloya bakarken iki “uygarlık alanı”na yönelik eleştirilerini ve buradan çıkış yolunu şöyle dile getirmektedir: “Benim eleştirilerim bu iki “uygarlık alanı”nın yüzyıllık uygulamalarına yönelik; korkarım onların varoluş nedenlerini de kapsıyor. Bu saygıdeğer uygarlıkların sınırına vardığını; dünyaya artık yıkıcı öfkelerinden başka bir şey vermediklerini; bir yandan da tıpkı insanlığı bölen bütün özel uygarlıklar gibi manevi anlamda iflas ettikleri ve artık onları aşmanın zamanının geldiğini düşünüyorum temel olarak. Ya bu yüzyılda herkesin kendisiyle özdeşleştirebileceği, aynı evrensel değerlerle bütün haline getirilen, insanlık serüveninde güçlü bir inancın rehberlik ettiği ve bütün kültürel çeşitliliklerimizle zenginleşecek bir uygarlık kurmayı başarırız, ya da ortaklaşa bir barbarlığın içinde yok olup gideriz.”
Nereden bakılırsa bakılsın tablo iyimserliğe yer bırakmayacak kadar kötüdür. Şu anda “tanık olduğumuz şey, farklı uygarlıkların alacakaranlığıdır, yoksa onların yükselişi ya da zaferi değil. Miadlarını doldurdular ve hepsini aşmanın vakti geldi artık; şimdi onların getirilerini zamana uyarlamalı, her birinin yararlarını bütün dünyaya yaymalı, olası zararlarını da ortadan kaldırmalı; yavaş yavaş, temel değerlerin evrenselliği ve kültürel ifadelerin çeşitliliği gibi iki dokunulmaz ve birbirinden ayrılmaz ilkeyi temel alacak, ortak bir uygarlık kurabilmek için böylesi gerekiyor.”
Gelinen aşamayı “çok uzun bir tarihöncesi”nin sonu olarak nitelendirmek ve her şeye rağmen iyimserliğini korumak isteyen Maalouf, çalışmasının sonunda bunun gerekçelerini de sıralıyor. Ne kadar haklıdır, bilinmez; ancak Gramsci’den mülhem, akıl ne kadar kötümser olursa olsun, iradenin iyimserliğine her zaman ihtiyaç olduğu da aşikârdır. “Çivisi çıkmış dünya”nın herşeye rağmen hatırlatması gereken de herhalde budur.
*”Çivisi Çıkmış Dünya”. Amin Maalouf. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları. 2009. 215 s.