Çocuğa… Sevme ve düş kurma payı…
Sadece, Türkçe kitapları için demiyorum. Diğer kitaplara da bakın… Anlatılar, cümlelerin kuruluşu, her şey… ‘ÇOCUĞA, BİR DÜŞ KURMA PAYI VERMİYOR…’ Kalıp halinde aktarılıyor. Tabii bunlar itici oluyor, hele de ‘günümüz çocuğu için…’
Neriman Cahit
Kendimi bildim bileli –hep – ‘mek parmak’ ilerlese de, “Kadın Hakları” konusu tartışılır… Otuz beş yıllık öğretmenlik yaşamımda, somut deneyimlerim(iz) beni önceleri “Çocuk Hakları” konusuna çekse de, içimde hep bir şeylerin eksik kaldığını hissettim durdum… “Durdum” dedim ama ‘konu kendini’ hep sorgulattı durdu…
“Kadın hakkı, yaşlı hakkı, çocuk hakkı” derken, gelip dayandığım nokta: “İnsan Hakları” oldu. Sahi, biz okullarımızda, niye “İnsan Hakları” diye bir ders okutmuyoruz…
EVET… “İNSAN HAKLARI” DERSİ…
Aslında, çocuklara ‘İnsan Hakları’ dersi de okutalım, pratiğini de deneyelim’ derken… Bizde, bazı şeyler gibi, çocukların da ne kadar küçümsendiğini aklımıza bile getirmeyiz:
“Çocuk gibi konuşma, bunu çocuğa söylesem bile anlar, çocuklaşma vb. yaklaşımlarla hep, çocukları küçümseme havası içindeyiz… Ayrıca, “Dayak” hala yaygın ülkemizde…”
Peki, ya sosyal eksiklikler…
Ülkemizde çocuk, ancak okula başladığında kitapla yüz yüze gelmiyor mu! Nüfusun çoğunluğu için söylüyorum bunu, azınlıktaki aydın aileler için değil…
Ailelerin çoğunda, ‘gazete’ bile okunmuyor, biliyorsunuz… Okulda, kitapla yüz yüze geldiğinde de, çocuğu kitaba çekecek, onun ilgisini uyandıracak çok bir şey yok… Ders kitaplarını biliyorsunuz, hala çok eski, ör. edebiyat örneklerinden alınmış parçalar var. Üstelik, bizim ülkemizle değil TC. ile ilgili… Çünkü, kitaplarımız oradan geliyor…
Çocuğun, ağırlıklı olarak ülkemizden güncel yaşamından ya da ilgi alanından bir şeyler yok… Çocuklar, değindiğim gibi, okula ‘kitabı’ tanımadan geliyor… Okulda tanıdığı kitap da ‘itici’ onun için…
Sadece, Türkçe kitapları için demiyorum. Diğer kitaplara da bakın… Anlatılar, cümlelerin kuruluşu, her şey… ‘ÇOCUĞA, BİR DÜŞ KURMA PAYI VERMİYOR…’ Kalıp halinde aktarılıyor. Tabii bunlar itici oluyor, hele de ‘günümüz çocuğu için…’
Kitaplara bir türlü ısınamıyor. Öğretmenler gayret ederse, bir avuç çocuğu kazanıyoruz ancak…
Ben, uzun yıllarki deneyimime dayanarak altını güvenle çiziyorum ki: “Çocuk Edebiyatının tadını tattırabilsek eğer, çocuk kitabı aramaya başlıyor… Okuma zevki, okuma sevgisi edinmeye başlıyor… Bu konuyu, bazı öğretmen arkadaşlarla da konuşuyoruz. Bazıları şöyle bir kestirip atıyor: “Okuyan ailelerin çocukları okuyor... Eve bir gazete dahi almayanların çocukları zor okuyor!!!
Aslında, okuyanlar için de, uyulması gereken kurallar var: Öyle çalakalem yazılmış, ‘Çocuk kitabıdır’ diye pek de özen gösterilmemiş kitapların da ayırdına varılıp çocuğa okutulması gerekiyor…
Bir de yabancı dillerden çeviriler var. Bazen aynı kitabın iki ayrı çevirisini yan yana koyunca, insan aradaki farktan dehşet içinde kalıyor…
İNSANLIK BİLİNCİ
Bir de, bazen bu konuları düşündüğümde okullarımıza: “İnsanlık Bilinci” dersi konsa keşke… Konsa da, insanı, hele de çocuğu, kadını, hastayı, yaşlıyı vb. yok eden savaşlar yerine, “Bir biriyle hoş geçinen, karşısındakine saygı duyan, elindekini olmayanlarla paylaşabilen… İnancı / ulusu ne olursa olsun ‘Sevgi ve saygı paylaşımını yapabilen çocuklar / gençler yetiştirebilmeliyiz…
***
Son olarak özetle:
Çocuk, hayal kurma, doğru düşünme, kendini doğru ifade edebilme… “Sağlam bir bilinç ve düşünme yöntemi”, olaylara birçok açıdan bakabilme edimi edinebilmeli…
Başkalarının da bir ‘YAŞAMI’ olduğunun farkındalığını iyice bellemeli…
Üzülüyor, gülüyor, seviniyor. Vb...
Ama… Günümüz çocukları: “Televizyon Tutsağı”… Çocuklukları televizyon tarafından kuşatılmış…
Başkalarının kurduğu hayaller, bir bardaktan öbür bardağa su boşaltır gibi, aktarılıyor çocuğun kafasına…
***
Ama…
Kitap öyle değil ki…
YAŞAMIN GERÇEK KEYFİ…
Başımıza gelen pek çok şeyin, yaşamın bir parçası olduğunu kabullenebilsek… Gözyaşı olmasaydı – gülen yüzün, ayrılık olmasaydı ‘beraberliğin’ ölüm olmasaydı, ‘yaşamın güzelliğini’ nasıl anlar ve derinine duyabilirdik…
Kendinizi, mutsuz ve yalnız hissettiğiniz anlarda neler geçer aklınızdan…
“Dünyada en mutsuz kişi benim,” duygusuyla bir karış suratla dolaşır, sağa sola çatar, ağlama nöbetlerine mi girersiniz… “Ölsem de kurtulsam, artık bütün bu güçlüklerle savaşacak gücüm kalmadı” diye düşündüğünüz zamanlar oluyor mu?
Ya da, içinizde kopan fırtınaların da öfkesiyle, daha sonra çok pişman olsanız da, yakın çevrenizdekileri incitir misiniz?
Yanıtınız: ‘Evet’ mi?
***
Buna ne kadar mı eminim… Kendimden…
Kendimden biliyorum ki, ya sık sık ya da zaman be zaman karamsar bir psikolojiye giriyoruz, yaşamımızda, bir şeyler yolunda gitmediğinde… Öylesine hazırız ki, en ufak bir olayda bile, umutsuzluğa kapılmaya, acı çekmeye…
Oysa, başımıza gelen pek çok şeyin, yaşamın bir parçası olduğunu kabullenebilsek… Gözyaşı olmasaydı – gülen yüzün, ayrılık olmasaydı ‘beraberliğin’ ölüm olmasaydı, ‘yaşamın güzelliğini’ nasıl anlar ve derinine duyabilirdik…
Her şeyin tekdüze olduğu, sadece, tek rengin hakim olduğu bir yaşamda: Her şeye rağmen, ‘yaşamanın güzelliğini’ nasıl anlayabilirdik…
YAŞAMIN GERÇEK KEYFİ
Evet, gerçekten de yaşamak çok güzel…
Ve, bir insan için en büyük mutluluk ve zenginlik. “Sağlıklı olmakta” yatıyor…
Eğer sağlıklıysanız, mücadele edecek ekmek paranız da dahil, pek çok kazanma gücünüz yetecek… Neredeyse, dünyaya meydan okuyacaksınız… Ama ne yazık ki, çoğunlukla, sağlığımızı yitirene, ölümün soğuk nefesini hissedene dek fark etmez bunu çoğumuz… En sıkıntılı günlerimizde dahi:
“Çok şükür ki sağlıklıyım, bu talihsizliği yarın değiştirebilirim” demeyi ve buna yürekten inanarak gerçekten değiştirme çabasına girmeyi aklımızın ucundan dahi geçirmeyiz… Varsa da yoksa da, “o acıklı an…” Onun tadını çıkara çıkara, sakız gibi uzatır da uzatır… Ahlı vahlı teraneleri sürdürürüz…
***
Bir anımı anlatayım size:
Yıl 1994… Hastanedeyim. İki ayağımdan da ameliyatlı… Sargılar, serumlar, ilaçlar, iğneler, daha da kötüsü yatağa çakılıp kalmak. Çektiklerim dayanılacak gibi değil… Tek adım atamıyorum… Müthiş bir stres…
Kalkamama… Dışarıya, devinen hayata, çiçeğe, çocuğa, insana… Özetle: Hayata uzanamama…
Öylesine bir stres ki bu…
Tonlarca betonun altında kalmış gibi…
İçimde, gittikçe dayanılamayacak bir arzu…
Ayağa kalkıp, kapıyı açmak ve koşmak… Hiç durmadan, kilometrelerce koşmak…
Ziyarete gelen, ‘sana ne getirelim’ diye soran yakınlarım ve dostlarıma: “Hiçbir şey istemiyorum… Yalnızca, benim için uzun uzun yürüyün…
Koşun… Koşun…” diye yalvarmak…
ÇOK GERİLERDE KALDI…
O Hastane günleri çok gerilerde kaldı…
Ama o günler bana: “Mutluluğu çok büyük şeylerde aramamam gerektiğini öğretti. En karanlık günlerde dahi doğacak güneşi, umutla sabırla ve sevgiyle beklemeyi de…
Artık mutluluk (aslında huzur) öylesine ufak şeylerle özdeş ki benim için… Akdeniz’in o güzelim mavisini seyredip, güzel bir dost ya da dostlarla çay, bir bardak rakı içmek gibi… Bazılarınca basit sayılan küçük / küçümencik anları / anıları paylaşmak gibi…
***
Ve ben biliyorum… Görüyorum…
Bazıları, mutluluğu hep kaygan duygularda, durumlarda aradığı için hayal kırıklığına uğruyor. Kendi, bir şey vermeden, çok şey almayı bekliyor… Beraberliklerde, iş yaşamında…
Ev, araba, para, mevki…
Bunlara sahip olabilirsiniz…
Ama sağlıklıysanız… Evet…
Sağlıklıysanız, amaçlarınız uğruna gücünüz de vardır, sabrınız da… Karanlığın ardından güneş de doğar, yeni günler de ışır…
Ama…
Siz güneşi beklerken…
Yaşamanın keyfini ve zevkini de…
Unutmayın lütfen…