Çocuğum için bir GEZİ istiyorum!..
Son ağaç kesilip yıkıldığında, son balık yendiğinde
ve son dere de zehirlendiğinde,
parayı yiyemeyeceğinizi anlayacaksınız. (Kızılderili Sözü)
Taksim Gezi Parkı direnişinin 16. gününde İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, televizyonda yaptığı basın açıklamasında, direnişçilerin ailelerine yönelik bir istekte bulunur: “Aileler çocuklarınızı alın!” Aynı gece Taksim’de gece oldukça uzun geçecektir. Meydanın dört bir yanından yükselen gaz ve toz bulutlarının acıya vurmuş rengine insan çığlıkları eklenir. Göz gözü görmez meydanda… Her şey her şeye karışır, karıştırılır ve sonrasında da zaten film kendiliğinden kopmuştur. Bağlasanız da durmaz bir önceki görüntü, bir sonrakinin yerinde… AKM sen neleri gördün şu meydanda! Dilin olsa da söylesen birilerine bir yerlerde yanlış yapıldığını! Televizyonlarına kilitlenip kalan bizlerle yürek zinciri kurulur meydanda koşuşan insanların arasında… Kızılay Tunalıya, Tunalı Kennedy Caddesine karışmıştır Ankara’da da… Adını bilmediğiniz, yüzünü normal zamanda tanımakta bile zorlanacağınız insanlar için atar yüreğiniz.
Yine aynı gece yaşama dair sorgulamaların içinde boğulduğum cümleleri taşıdım yaşam alanıma… “Sen üzülme!” dedi on bir yaşındaki oğlum; “sen ağlama anne, bizler varız bu ülkenin geleceğinde! Ve bizlerin anneleri de sen, sizler…” Boğazıma düğümlenen neydi? Bir lokma ekmek mi, yoksa gençlerin geleceğe dair dik duruşları mı? Bizler her elimize fırsat geçtiğinde sorgulayıp, yargılamamış mıydık bu gencecik insanları? Kitap okumuyorsunuz, ders çalışmıyorsunuz, her şeyi hazır tüketiyorsunuz diye! Peki, 20. yüzyıl 21. yüzyıla ne aktarmıştı kendinden? Hiç bunu düşünmüş müydük? Sonrasında tuhaf bir duygu atmosferinin sarı yapraklarının “Umut”un sözlerinde ve varlığında yeniden içimde yeşerdiğini hatırlıyorum…
Ve meydanda anneleri gördüğümde, daha bir yeşildi içimdeki geleceğe dair saklanan tohumlar…
***
İşte oradalar!
Benim çocuğumun anneleri, çocuklarının annesi olarak ben, biz ve hepimiz!...
İstanbul Valisi’nin açıklamasının ardından yaklaşık 100 anne kol kola meydana girip, zincir oluşturarak çocuklarına destek verdi. Gezi Parkı'nda toplanan grup, AKM'nin önüne doğru yürüyüşe geçti. “Anneler burada!” diyerek kol kola girdiler. Orada, o meydanda eller değildi sadece kenetlenen, annelerin yüreğiydi! El ele tutuşarak Gezi Parkı ve polis arasında zincir oluşturan anneler, eylemlerde hayatlarını kaybedenler için mum yaktı. Meydanda bir halka oluşturarak yere oturan anneler, mumların yakılması sırasında hep bir ağızdan hayatlarını kaybedenlerin isimlerini okudular. Anneler, “Anneler gençlerle gurur duyuyor”, “Çapulcu anneler burada”, “Çocuklar bizim bu ülke bizim”, “Valiye karşı valide gücü” şeklinde sloganlar attı.
***
Dino Buzzati’nin Büyülü Öyküler adlı kitabı Gilda Saso adlı yoksul kadının, kızının küçücük bir isteği için verdiği onurlu savaşımın aslında, insanlık tarihinin böylesi simgelerle dolu olduğunu bir kez daha anımsatır. Her bir öyküsünde çağdaş insanın gizem perdesini aralamayı deneyen, kaleminden süzülen kelimelerin anlam yüküne yük ekleyen, İtalyan Edebiyatı’nın en önemli yazarlarındandır, Buzzati. Çağdaş insanın portresinde görebildiklerimizin en güzel yansıdığı sözcük “trajedi”dir. Trajedilere ayna tutan tutumuyla Yumurta adlı öyküsüne şöyle başlar yazar:
“Krallık köşkünün bahçesinde Uluslararası Mohaç on iki yaşından küçük çocuklar için büyük bir yumurta yarışması düzenlemişti. Biletler yirmi bin liretti… Yirmi beş yaşında, ne güzel ne de çirkin olan, ufak tefek incecik, uyanık yüzlü, iyi niyetin yanı sıra bastırılmış isteklerle dolu- ne yazık ki baba adı olmayan dört yaşlarında sevimli bir kız anası- Gilda Saso, kendi kızını da buraya götürmeyi düşündü (…)”
Gidebildiler mi?
Evet.
Yoksulluk içinde yaşayan Gilda, bir karışıklıktan yararlanarak biletsiz olarak çocuğuyla birlikte köşke girmeyi başarır. İnsanın önüne çıkan engellerin sınır olmadığını, hele de bir anneyseniz, Gilda’nın hikâyesinden yüreğinize atılan sızılarla duyumsarsınız. Köşke giren anne kız bir yumurta bulmayı başarır. Lakin aslında kör olan ve fakat hiç de görünmez olmayan kader onların kollarından çeker alır yumurtayı… Kaptırılan yumurtanın acı dolu sahnelere dönüştüğü anlarda, yanlarından geçen ve eli kolu yumurta dolu varlıklı bir kız ona acır ve yumurtalarından birini verir. Onur ve acımak sözcüklerinin birbirine toslayarak, hayatta öncelik yarışına giriştiği böylesi bir durum oluşmuşken, varlıklı kızın yine varlıklı annesi işe karışır.
Görüldüğü gibi mutluluk uzun sürmüyor. “Mutluyum” diyebilmek an ile sınırlı değil mi, yaşamlarımızda? Ve laf arasında, yüksek sesle telaffuz edildiğinde bu sözcüğün büyüsünün kaçabileceğine de hep inanmışımdır.
Öykünün devamını merak edenler için kısacık bir özetle şöyle aktarabilirim: Varlıklı anne olaya karışınca Gilda Saso’nun köşke bir şekilde biletsiz girdiği anlaşılır. İş iyice çığırından çıkmıştır. Hak ve hukuk savaşı her zamanki gibi güçlü ile güçsüz arasında tüm şiddetiyle meydan muharebesine dönüşmüştür. Bu öykünün ana temasında “istek” vardır.
Masumca ve hakça bir istek!
***
Ve Gezi Parkı: Masumca ve hakça bir istek!
***
Polisler yoksul genç kadını götürmek istediklerinde ise kimse ona dokunamaz. Çünkü o, bileklerini kavrayıp, sürükleyerek yaşam mücadelesinden koparmak isteyenlere karşı duran, saldırıya uğramış, aşağılanmış bir anadır. Doğanın zincirinden boşanmış bu güce kim saldırabilir ki?!
Evine döner.
Yuvasına…
Kollarının arasındaki çocuğun bakışlarına kenetleyerek yüreğini… Ve aynı bakış evinin etrafını saran güçleri hurdaya çevirmeye yetmiştir. Gücü tükenen güçler ne istediğini sormaya gittiklerinde cevabı aynen şöyledir:
“Yumurta. Çocuğum için bir yumurta istiyorum.”
Bu yazıyı farklı bir başlıkla daha önce de kaleme almıştım. GEZİ ile yine aklıma düştü Gilda Salso ve onun onurlu ayakta duruşu… Yalnızlıkların ördüğü ipekböceği kozalarında saklı yaşamlar keşfettim. Ve gördüm ki: birkaç sözcüğün kapalı kozaları açması için hazır bekler an’lar… An biriktirmenin ötesinde gezinen hayatlar, yaşam büyüsünü kaybediyor. Eğer an’ı biriktirmeyi ve hayattan beklentinin aslında bir yumurta büyüklüğünde olduğunu anlamanın sihrini keşfedersek, insanın kendisinin sihirli değneğe dönüşmesi de gerçekleşiyor. Kişisel hırsların ördüğü bedenler dışa yansıttıklarıyla, duygusal bağlamda, ne yazık ki eğreti otu misali dik duramıyor yaşamda…
Hayattaki isteklerimiz gerçekte, bir yumurta büyüklüğünde... Aynı şekilde yaşamın, yumurta kadar da kırılgan bir yapıya sahip olduğunu hiç düşündünüz mü? Ne kadar kolay onurlu bir kişiliği kolayca kırabilmek… Gücüne inanılan inat uğruna hurdaya çevirebilmek… Bir yazarın, tüm içtenliği ile anlattığı öykü, umutsuzluk, çaresizlik duyguları içinde yaşadığımız kendi hayatlarımızdan daha gerçek olabiliyor. Koştura koştura anlam veremediğim bi’ biçimde yol alıyor insanlar… Buzzati’nin, öykülerini, düşünmek, içimdeki sızıyı hissetmek, acıyı anlamak ve özlemleri duyumsamak için mavi denizin sakinliğini düşleyerek okuyorum. Sonrasında yazıyorum. Sessizliği dinleyip, şikâyet psikolojisine takılı kalmış zaman ibrelerine gülerek geçiyorum. Eğer saatiniz yoksa zamanla da ilişkiniz yoktur şu gerçek (!) dünyada…
***
Aslında küçücük bir yumurta değil midir, hayattan beklentimiz?
Ve doğarken ağlıyor insan; yaşama, yalnızlıklarına, yaşanmışlıklarına ve korkularla çevrili hayatlara… Tükettiği her acıya…
Ve fakat anneler ağlamıyor meydanda!
Anneler çocuklarının yanında…
İstanbul’dan, Samsun’dan, Ankara’dan, İzmir’den veya Türkiye’nin dört bir yanından kalkıp gelmişler. Çocuklarının hak, adalet, gelecek, umut adına küçücük bir parka sığdırdıkları insanlık dersine el verip, yürek birliği yapmışlar…
Çocukları için sadece bir yumurtadır, istekleri, düşleri ve de umutları…
Ve çocuklar hep bir ağızdan şunu söylediler meydanlarda: “Beni merak etme anne! Önlerde yürümüyorum. Hep birlikte yürüyoruz!”