1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. *Çoğalma Problemi Olarak Edebiyat
*Çoğalma Problemi Olarak Edebiyat

*Çoğalma Problemi Olarak Edebiyat

Genel olarak edebiyatta özel olarak şiir ve edebiyat dergiciliğinde “çoğalma” problemi üzerine yıllardır konuşuyoruz aslında.

A+A-

Halil Karapaşaoğlu
[email protected]

 

I.

Genel olarak edebiyatta özel olarak şiir ve edebiyat dergiciliğinde “çoğalma” problemi üzerine yıllardır konuşuyoruz aslında. “Az olma” tehlikesi yaşayan halklar “çoğalamama” sancısı çekmektedir. Edebiyat ortamında var olan “çoğalamama” endişesi ülkemizdeki politik konjonktürden bağımsız olarak düşünülemez. Nitekim aynı kaygıyı plastik sanatlardan tutun da müziğe kadar olan bütün sanatsal alanlarda yaşıyoruz. “Çoğalamama” sancısının temelinde, iktidarın insan üzerinde kurduğu otorite vardır.Bu mesele insanın özgürleşme problemiyle değerlendirilmelidir. “Zihinsel ve bedensel özgürleşmeyi” gerçekleştirmiş insan, “çoğalamama” sorunsalıyla karşı karşıya kalmaz.

“Çoğalmak”, bir ülkede kaç şiir kitabının, kaç edebiyat dergisinin basıldığıyla ilgili midir? Bir ülkenin ne kadar yayınevi ne kadar şairi, yazarı varsa o ülkenin edebiyatı o kadar mı çoktur? “Çoğalmak” kavramı üzerinden yaptığımız okuma nicelik temel alınarak mı algılanmalıdır? Yaşadığımız coğrafyada hatırı sayılır düzeyde şairin olmasına rağmen şiir ne kadar çoğalmıştır?

“Kıbrıslı Türk” şiirinin ve edebiyat dergiciliğinin çoğalamama sancısının en önemli nedenlerinden biri,sürekli olarak edebiyatın kurumsallaşmamasıolarak ifade edilsede, problem bana göre “derinleşememe”dir. Derinleşmeyi sağlayan düşünce, diğer bir değişle felsefedir. Felsefi bir çerçeveden edebiyata baktığımız zaman, edebiyatın hayatın diğer alanlarıyla veya diğer disiplinlerle olan ilişkisi edebiyatı evrenselleştirecektir. Ülkemizde üretilen edebi metinlerin evrenselleşememesinin sebeplerinden bir tanesi, dünyaya yeni bir söylem verememektir.

“Çoğalmak” veya “az olmak” bireyselden toplumsala geçtiğimizde ulus devletle bağlantılıdır. Bu gibi sancıların çıkış noktası uluslaşma süreci veya var olan ulusun kalıcılığıyla ilgili olabilir mi? Ulus devlet düşüncesi, o ülkenin politik olarak çizilen sınırlarıyla düşünülür. Şairlerimiz ve yazarlarımız sıklıkla edebiyatın kurumsallaşamaması ve özellikle öykü ve romanda gelenek eksikliğinden dem vurmaktadır. Kurumsallaşma, gelenek gibi kavramlar uluslaşma sürecinin veya ulus devlet düşüncesinin pekiştirilmesini sağlayan etmenlerden değil midir? Devletin iktidarını pekiştiren bu iki kavramın içinin doldurulması demek, insanın devletten bağımsızlaşmasının önünde engel teşkil etmeyecek mi?

Bir şairin besleneceği alan veya kendi poetikasını oturtacağı temel devletin ve devletlerin sınırları olarak değerlendirilmemelidir. Böyle yapıldığı için ülkemizde üretilen şiir ilk önceleri çok “Türk”olmuş daha sonra Kıbrıslıtürk (Kıbrıslı ve türk birleşik yazılarak, “t” de küçük harf) şimdilerde ise “Kıbrıslı”dır. Bundan dolayı yıllardır tel örgüler, asker, işgal, bölünmüşlük, yurt, savaş, barış ve vatan gibi kavramlar şiirimizde büyük bir yük olarak durmaktadır. İnsana ait olan ve insana ait olmayan her şeyi sorunsallaştıran şair, “az olma” gibi bir sancıyı ulusal etkiyle yaşamaz. Yaşayacağı sancı, insanın veya doğanın var oluşuyla bağlantılı olmalıdır.Yukarıda da bahsettiğim gibi, öykü ve romanda yeteri kadar üretimimizin olmama nedenlerinden bir tanesi de geleneğin yokluğu veya eksikliği olarak ifade edilir bazı edebiyat ortamlarında. Bu yüzden öykü ve romanın gelişmediği söylenir. Biz mazeretler üreten insanların adasıyız. Yapamadığımız her şeye sebepler sunar, içki masalarında ağıtlar yakarız. Afrika’dan OrtaDoğu’ya, Latin Amerika’dan Kuzey Amerika’ya, Avrupa’dan Uzak Doğu’ya yeryüzünün bütün dilleri, edebiyatları, felsefeleri “geleneğimiz” diye kabul etmememizdeki sıkıntı nedir? İlle de bir gelenek aranacaksa bu dünya edebiyatıdır. Özellikle öykü ve roman bir mesele üzerine kurulur. Bir meseleniz bir derdiniz bir duruşunuz olmalı yazabilmek için.  Bizim üretemeyip, şikâyet etmemizin sebebi budur.

“Kıbrıslı Türk” edebiyatının kurumsallaşması, geleneğinin olması ya da aynı şekilde “Kıbrıslı” edebiyatının kurumsallaşması ve geleneğinin olması KKTC’nin veya Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devletleşme sürecini, devlet hegemonyasını beslemektedir. Türkiye’de Türk edebiyatına karşı çıkarken, Türkçe edebiyat söylemine vurgu yaparken, Kıbrıs’a döndüğümüzde söylemlerimiz değişmekte, sağ cenah Kıbrıs Türk Edebiyatı, sol cenah ise Kıbrıslıtürk edebiyatı diye Türkçe edebiyatı isimlendirmektedir. Bu edebiyatçılarımızın en büyük çelişkilerinden bir tanesidir. Bütün devletler katildir. İster Kıbrıs Cumhuriyeti gibi yasal olsun ister KKTC gibi gayrı yasal olsun, devlet, insanın ve doğanın özgürleşmesi önündeki en büyük tehlikedir.

II.

Uzun süreli, periyodik bir edebiyat dergisinin edebiyatımızda var olmaması, neredeyse her yıl bu fuarda vurgulanmakta, yapılan edebiyat toplantılarında dile getirilmektedir. Öyle bir tablo çizilmiştir ki, süreli ve periyodik bir edebiyat dergisi çıkarsa bütün problemlerimiz çözülecektir. Peki, edebi bir metin olarak şiir kitapları ve dergiler arasındaki fark nedir? Zaman ve mekân açısından, şiir kitapları ve edebiyat dergileri birbirinden ne zaman ayrılmaktadır? Geçmişte aynı dönemde yayımlanan şiir kitapları ve edebiyat dergilerini karşılaştırdığımızda hangisi hayatımızda, aklımızda daha fazla yer edinmiştir? Edebiyatla ilişkisi olan insanlar;pygmalion, çardak, şölen, karanfil (Ki karanfil dergisi tek sayı çıkmıştır) gibi dergilerin isimlerini hemen sayabilirken, edebiyatımızda yarattığı etki anlamında, şiir kitaplarından dergiler kadar rahat bahsetmek mümkün değildir.   

Bir dergi, periyodik veya uzun süreli “çıkacak veya çıkmalıdır” diye bir kural yoktur. “Bu ülke dergi mezarlığıdır” demek büyük bir akıl yanılsamasıdır. Zamansal, mekânsal ve metinsel olarak edebiyat dergilerinin şiir kitaplarından daha dayanıklı ve daha güçlü durduğunu geçmiş bize yukarıda verdiğim örnekle göstermiştir. Diğer ilginç olan nokta ise “dergi mezarlığı” söylemidir. Mezarlıklar korkutucu, ölüler ürperticidir. İnsan yıllarca birlikte hayatını paylaştığı, sevdiği belki de âşık olduğu insanların ölüsünü görmek istememekte, mezarlıkları kentlerin dışına yapmaya başlayarak yok saymaya çalışmaktadır. Ağaçlar, çiçekler mezarlıklarda vardır. Şehirde yok olan kanatlı kanatsız böceklerin yaşayabileceği tek yer mezarlıklardır. Devletin kolluk güçlerinin sizi rahatsız etmeyerek, otunuzu içebileceğiniz, kentin ışıklarından kurtulup karanlıkta yıldızları izleyebileceğiniz en rahat yerler mezarlıklardır. Devlet mezarlıklarda yoktur. Çünkü devletin mezarlıklar hiçbir işine yaramaz. “Dergi mezarlığı” söylemi hem dergilere yapılan büyük bir haksızlık, hem de insanın ölümle olan yabancılaşmasına ilginç bir örnektir. Peki, aydın olarak kabul edilen edebiyatçılar nasıl olur da mezarlıkları sevmez? “Dergi mezarlığı” diyerek ölümü ve ölüleri nasıl olur da ötekileştirir?

III.

Edebiyatımızın kurumsallaşmaya ihtiyacı yoktur. Tam tersine bütün halkların üretimi olarak kabul edilen dünya edebiyatının kurumsallaşmaması lazım. Bugün Türkiye ve dünyaya baktığımız zaman kurumsallaşmanın edebiyatı metalaştırdığı, pazarlanabilir bir ürün olarak piyasaya sunduğu aşikârdır. Yayınevleri şairlerin kitaplarını basmak için şairden para istemektedir. Verilen para neticesinde, çıkartmış oldukları dergilerde şiirleriniz yayınlanmakta, yayınevlerinin katılmış olduğu kitap fuarlarında size imza günleri organize edilmektedir. Yani şiir kitabınızı basmak istiyorsanız verdiğiniz para karşılığında size bir “paket” sunulmaktadır. Büyük yayınevleri eleştirmenlere para ödeyerek, kitaplarınızla ilgili inceleme ve eleştiri yazıları yazılmaktadır. Şairin emeğinin karşılığı olan “telif” hakkı neredeyse ortadan kalkma tehlikesi içindedir. Şiir alanında çok aktif olan “yasakmeyve” dergisi ve “Komşu Yayınları” bu örneklerden bir tanesidir. Verdiğim bu örneği bizzat yaşamış bir şair olarak bunları söylemekteyim. Yayınevi tabii ki istediği kitabı basar istediği kitabı basmaz. Bu yayınevinin en doğal hakkıdır. Ancak kurumsallaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan bu tablo, şairi emek sömürüsünün içine almakta, gelecek yıllar için “telif hakkı” bağlamında endişelere yol açmaktadır.

Kapital sahibi büyük yayınevlerinin editörler aracılığıyla yazara piyasanın ihtiyaçlarına göre yazarın yazı yazmasına yönelik baskı yapıldığını, yazarın “çok satmak” adına popüler kültürün ihtiyaçlarına göre metinler hazırladığı,edebiyatçılar tarafından dönem dönemdillendirilmektedir. Basılan kitapların nasıl pazarlanacağıyla ilgili yayınevlerinin birimleri oluşmaktadır. Orhan Pamuk gibi romancıların yanında çalışan araştırma ekipleri kurulmaktadır. Kurumsallaşmanın bir sonucu olarak bugün edebiyat dergilerinde görsellik ön plana çıkarken, metin arka planda kalmakta, edebiyat dergileri magazin dergileriyle aynı mantıkla tasarlanmaktadır.  Edebiyat dergilerine büyük şirketler sponsor girmekte, şirketler aydınlar üzerinde otorite kurabilmektedir.

Kurumsallaşma iktidar ilişkilerinin bir parçası olmak demektir. Kurumsallaşmanın bir diğer boyutu ise genç şairler ve şairler arasında yaratılan hiyerarşidir. Bir şair genç olur ama bir şair hiçbir zaman yaşlı olmaz. Genç şair acemi olur ama şiire orta yaşlarında başlamış bir şair acemi olmaz. Bu gerontokrat bir bakış açısıdır. Bir şair ya şairdir ya da değildir. Şairin yaşı bizi ilgilendirmemeli tam tersine ortaya konan metnin derinliği bizim meselemiz olmalıdır.

Nazım Hikmet’in, Edip Cansever’in, Orhan Veli’nin şiirini eleştiremezsiniz. Kurumsallaşma şairi kutsallaştırır hatta ve hatta putlaştırır. O yüzden kurumsallaşma demek özgürce eleştiri yazılarının yazılmasına olanak sağlamaz. Tam tersine piyasanın içinde olan şairleri ve yazarları eleştirmeye başlarsanız, birçok derginin ve yayınevinin kapıları size kapanır. 

Her defasında eleştiri mekanizmasının çalışmadığına dem vuran bizler çözümü kurumsallaşmada değil, edebiyat ortamının demokratikleştirme çabasında görmeliyiz. Gerek siyasal gerek edebi ortamlarda verilecek olan ifade özgürlüğü mücadelesi eleştirinin var olabilmesini sağlayacaktır. Eleştiri, insanların baskı altında kalmadığı, karalanma, ötekileştirme, piyasanın ihtiyaçları ve iktidar ilişkilerinin olmadığı ortamlarda gelişir ve çoğalır.

Edebiyatın çoğalması, insanın ve doğanın özgürleşme süreciyle paralel var olacaktır. Bu; düşünmek, sorgulamak, eleştirel okumalar yapmak ve her türlü tahakküm ilişkilerine karşı var olabilmekle mümkündür.

İnsanın düşündüklerini, hissettiklerini hiç korkmadan hiç çekinmeden, yalakalık etmeden ifade edebilmesi, yeryüzündeki en güzel haktır. Sevmek, sevişmek gibidir.

 

30. Işık Kitapevi Kitap Fuarı

Kızılbaş Kilisesi/Lefkoşa

“Edebiyat ve Çoğalmak” isimli panelde sunulan konuşma metni

 

Bu haber toplam 3529 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 436. Sayısı

Gaile 436. Sayısı