ÇOK GEÇ OLMADAN ÇOK GENÇ DEMEKTEN VAZGEÇMELİ
10 yıl önceydi. Henüz 22 yaşındaydım. Askerliğimi Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'nda Mimar Asteğmen olarak yapıyordum. Askere ait bölüklerin proje, tadilat ve tamirat ihalelerini hazırlıyorduk. Durum böyle olunca da adanın dört bir yanına gidiyor, röleveler alıyor ve mimari çizimlerle uğraşıyorduk.
Görev geldi. Mücahitler Derneği'nin çatısının tamiratı ile ilgili ölçüm yapacak ve keşif çıkaracaktık. İki mühendis asker arkadaşı da alarak binaya gittik. Ölçümleri aldık, çizimleri çizdik ve çalışmamızı tamamladık.
Ayrılmadan önce derneğin başkanına da uğramayı ihmal etmedik. Kahvemizi içip biraz sohbet ettikten sonra projenin detaylarını anlatmamızı rica etti. Normalde proje tamamlanmadan önce detayları paylaşmak olmazdı. Başkanın yaşına hürmetten kıramadık, elimizdeki çizimler üzerinden projeyi anlattık.
Projeyi anlattıktan sonra başkan çizimleri istedi, “veremeyiz çünkü tek kopya var” dedim. “Pek, çocuğu göndereyim de fotokopisini çeksin gelsin. Olur mu?” diye sordu. Kabul ettim.
Başkan içeriye seslendi, kapı açılıp “buyur abi” sesini duyduğumuzda yerin dibine girdik. İçeriye “çocuk” olarak giren kişi yaklaşık 55-60 yaşlarındaydı. Benim o zaman 22 yaşında olduğumu hatırlarsak, dedem yaşında olabilirdi.
Biz kızarmış ve utanmış bir şekilde koltuğun dibine çökmüşken, başkan çağırdığı ‘çocuğa’ çizimi uzattı. “Bak asteğmenlerin bize proje çizmiş, bunların fotokopisini çektirelim” dedi. Fotokopi çekildi ve kafamız allak bullak olmuş bir şekilde dernekten ayrıldık.
Bu bizleri çok şaşırtan ama ülkemizin gerçekçiliğini ortaya bir anomaliydi. Bu anomaliyi açıklayacak olursak, öncelikle 1960 yılına gitmemiz gerekecektir. İngiliz kolonisinin yönetimi devretmesiyle ülkede birçok pozisyon ortaya çıkmış, ardından 1974 sonrası kurulan Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin içerisinde de pek çok idari pozisyon ihtiyacı devam etmişti.
Özellikle bu yıllarda, Kıbrıslı Türk gençlerinin üniversite tahsilatı yapma oranı artmaya başlamıştı. Bu döneme kadar sadece zengin aileler çocuklarına bu imkanı sağlayabilirken, artık durum değişmişti.
O dönem iktidarda olan ‘büyükler’, bir daha hiçbir neslin almadığı bir inisiyatif aldı. Konusunda uzman olarak yetişmiş, üniversite eğitimi almış gençlerin önünü açarak, yönetim pozisyonlarına gelmelerine izin verdiler.
O dönem sayesinde;
- Özker Özgür henüz daha 36 yaşındayken CTP Genel Başkanlığı görevini üstlenmişti.
- Mustafa Akıncı Lefkoşa Türk Belediyesi başkanlığında Lefkoşa’yı gerçek bir şehre dönüştürdüğünde, henüz 27 yaşındaydı.
- Naci Talat Usar CTP Genel Sekreterliği görevini efsanevi bir şekilde yaptığında, henüz 27 yaşındaydı.
- Dr Fazıl Küçük bu toplumun lideri olma görevini üstlendiğinde, henüz 40’lı yaşlarının başındaydı.
Tabii, yıllar içerisinde bu anlayış yok oldu. O dönem bu anlayışla yönetime gelerek görevini en iyi şekilde yerine getiren nesil, kendine tanınan fırsatı sonraki nesillere bir türlü tanımak istemedi. Devlet idaresinin yaş ortalaması, bu nesil ile birlikte büyüdü.
27 yaşında belediye başkanları, genel sekreterler, toplum liderleri ve başbakanlar gören bu toplum, yıllar içerisinde 50 yaşındaki bakanları “genç” olarak nitelendirecek hale geldi. Dahası bulunduğumuz dönemin gençleri, bundan 30-40 yıl önce topluma katkı sağlamak için verilen fırsatın aynısını her talep ettiklerinde bazı refleksif tepkilerle karşılaşmaya başladı:
- “Genç olmak, nitelikli olmak değil.”
- “Sizin için daha erken.”
- “Hangi genç, X şahsın yerini doldurabilir?”
Gençler her ‘gençleşelim’ dediğinde, bu ve buna benzer cümleler ortaya çıktı. Dahası, tartışma her seferinde “genç-yaşlı” polemiğine dönüştü. Hayranlıkla takip ettiği büyükleriyle böyle bir polemik yaşamak istemeyen gençler ise bu konuyu açmaktan korkar hale geldi. Ve bir süre sonra da bu konu bir tabuya dönüştü.
Aslında durumun teşhisi çok basittir: 50 yaşındaki bakanları genç olarak nitelendiren bir toplum, gençlerinin uzmanlığı ve potansiyelini kullanmamayı reddetmiş bir toplum haline dönüşür. Değişim için ihtiyaç duyulan yegane hammadde ise gençliğin bu potansiyelidir.
Bu potansiyelden yoksun ülke ise statükoyu kıramaz ve değişimi getiremez. Dahası, Mücahitler Derneği'ndeki olayda olduğu gibi, bir nesilden sonra gelen tüm nesilleri hep “çocuk” olarak kalmaya mahkum eder.
Bizler artık bugün gençliğimizin potansiyelini kullanmak ve geleceğe doğru ilerlemek istiyorsak, kafamızdaki tabuları yıkmalı ve bundan 40 yıl önceki düşünce tarzımıza geri dönmeliyiz.
İngiltere’nin eski başbakanı Benjamin Disreali’nin de dediği gibi, “Tarihteki tüm büyük işler, neredeyse her zaman gençler tarafından yapılmıştır.” Kıbrıs da bu tespitin dışında değildir. Bizler eğer statükoyu kırmak, vizyonları gerçekleştirmek ve değişimi getirmek istiyorsak, buna gençlikle ilgili tabularımızı yıkarak başlayacağız.