Covid-19, fobokrasi ve mümkün distopya
Pandemi süreci hali hazırda kırılgan olan yaşamlarımızın bir şok dalgası ile çözülebileceğini ve bu çözülmeden ortaya çıkan sonuçları bariz bir şekilde göstermekte. Zaten değerlerin, dayanışma duygusunun ve geleceğe dair inancın sönüp gittiği bir dönemden geçiyoruz. İnsan yaşamının ve hayatın anlamının yoksunlaştığı bir çağda, tam da belirsizliğin en net belirdiği bir dönemde yaşanan salgın belli ki kalıcı etkiler ve dönüşümlere vesile olacak. Her salgın sürecinde olduğu gibi insan uygarlığı kendisine yeniden bir ‘çeki düzen’ verecek. Vermeye başladı da. Peki ama hali hazırda verilmeye başlanan bu ‘çeki düzenin’ sonuçları ne olacak? Yaşamaya başladığımız örnekler zaten geleceğin de bugünün içinde kurulduğunu göstermekte.
***
Uzunca bir süredir toplumların genel duygu harcı korku ve korku kültürü ile yoğrulmakta. Bu yeni bir şey değil. Sürekli olarak ‘küçük veya büyük ötekilerin’ varlığından devşirilen korku uzunca bir süredir bir yönetişim unsuru olarak da işlev görüyor. Fakat pandemi ile yeni olan şey, bu korku ve beraberinde gelen hınç/nefret kültürünün toplumların en küçük birimlerinden en geniş kapsamına kadar yeniden üretilir olmasıdır. Hatta bunun artık bir ismi bile var, “fobokrasi*”.
Egemen Virüs - Kapitalizm Nefessiz Bırakır kitabında İtalyan düşünür Donatella Di Cesare, pandemiyle birlikte günümüz toplumlarında artık fobokrasinin, yani korkunun kudretinin hakim olduğunu belirtir: “Korkunun hakimiyeti, sistematik acil durum ve uzun süreli alarm yoluyla uygulanan güçte saklıdır. Korku saçılır, kaygı yayılır, nefret ortaya çıkar. Güven kaybolur ve belirsizlik hakim olur. Korku yönünü kaybeder ve panik içinde savrulur.”
İktidarlar için ise korku, pratik bir yönetişim/tahakküm dayanağıdır. İnsanın saldırı ile savunma arasında sıkışıp kaldığı bir ara bölgede artık kameralarla izlenen, duvarlar ve sınırlarla çevrili, alarmlarla korunan, kanun hükmünde kararnamelerle yönetilen bir hayat söz konusudur.
***
Ortaya attığı görüşler pandeminin ilk dönemlerinde çok tartışılan ve karşı gelinen bir başka İtalyan filozof Agamben ise korkunun kötü bir yol gösterici olduğunu ifade ederek, hükümetlerin korkuyu kullanarak attıkları adımların, kolektif panik hallerini güçlendirdiğini, kolektif panik hallerinin ise hükümetlerin yarattığı güvenlik ihtiyacını beslediğini ve tahakküm politikalarının kabul edilebilirliğini sağladığını ifade etmekte.
Agember’in ifadeleriyle: “Bir o kadar rahatsız edici olan diğer bir mesele de son yıllarda tek tek şahısların bilincine yayılan ve kolektif panik hallerine dönük gerçek bir gereksinime dönüşen korku halidir, salgın buna da ideal bir bahane sunar. Bu yüzden, sapkın bir kısır döngü halinde, [kendi yarattıkları güvenlik arzusunu tatmin etmek için şimdi duruma müdahale eden] hükümetlerin dayattığı özgürlükleri kısıtlayan uygulamalar yine aynı hükümetler tarafından yaratılmış olan güvenlik arzusu namına kabul ediliyor.”**
Ve Agamben buradan da esas tedirgin edici meselesi vurguluyor. Yeni olağanüstü hallerin, bir istisna değil, kalıcı ve normal hale geliyor olması. Sanırım insanlık tarihinde böylesine olağanüstü hallerin istisna olmaktan çıkıp normalleştiği süreçler çokça yaşandı. Dolayısıyla olağanüstü hal, Walter Benjamin’in de 20’in yüzyılın henüz daha ilk yarısından önce ifade ettiği gibi, kural haline gelmiştir. Ve bu geçmişten farklı olarak açık, bariz ve göstere göstere işlemektedir.
Agamben bunu kendisine dair yapılan eleştirilere cevap niteliği taşıyan makalesinde şöyle ifadelendiriyor: “Tedirgin edicilikte ilkinden geri kalmayan diğer şey de salgının, hükümetlerin bizi bir süreliğine alıştırdığı istisna hâlinin tamamen normal şartlara dönüştüğünü net bir şekilde görünür kıldığı. Geçmişte daha ciddi salgınlar oldu ama bu sebeple kimse şimdiki gibi hareket etmemizi dahi engelleyen bir olağanüstü hâl ilan etmedi. İnsanlar sürekli kriz ve olağanüstü hâl koşullarında yaşamaya öylesine alıştırılmışlar ki hayatlarının tamamen biyolojik bir duruma indirgendiğini ve hayatlarının sadece toplumsal ve politik boyutlardan değil, aynı zamanda insani ve duyumsal boyutlardan da mahrum olduğunu fark etmiyor gibi görünüyorlar. Sürekli olağanüstü hâlde yaşayan bir toplum özgür bir toplum değildir. Aslına bakarsanız, özgürlüğü “güvenlik gerekçeleri”ne kurban etmiş ve böylece kendisini sürekli korku ve güvensizlik hâlinde yaşamaya mahkûm etmiş bir toplumda yaşıyoruz.”***
Hayatta kalma toplumu
Agamben’in, “sürekli korku ve güvensizlik hâlinde yaşamaya mahkûm etmiş bir toplumda yaşıyoruz” tespitinin bir tamamlayıcısı da kuşkusuz son dönemlerde öne çıkan bir başka düşünür olan Byung-Chul Han’ın yaşadığımız toplumu artık ‘hayatta kalma-sağ kalma toplumu’ olarak tanımlamasıdır.
Pandemiden önce yayınlanan kitaplarından biri olan, “Şiddetin Topolojisi” eserinde Han, adeta bugün yaşananların yeni bir şey olmadığını yüzümüze vuruyor: “Hayat hiç bugünkü kadar geçici olmamıştı. İnsana süreklilik ve kalıcılık vadeden hiçbir şey yok. Varlık yoksunluğu içinde sinirler de boşanıyor. Hiperaktif ve hızlanmış bir yaşam, ölümün kendini hissettirdiği o boşluğu doldurma çabasından başka nedir ki. Hayatta kalma histerisiyle yaşayan bir toplum ne yaşamayı ne de ölmeyi beceren bir Ölü Olmayanlar Toplumu’dur.”
Yazar geçen aylarda verdiği bir söyleşide ise çarpıcı bir şekilde şunları ifade ediyor: “Virüs bir aynadır. Nasıl bir toplumda yaşadığımızı gösterir. Önünde sonunda ölüm korkusuna dayalı olan bir sağ kalma toplumunda yaşıyoruz. Bugün, sanki daimi bir savaş haline yaşıyormuşuz gibi, sağ kalmak nihai gerçeğimiz haline geliyor. Yaşamın tüm güçleri yaşamı uzatmak için kullanılıyor. Sağ kalma toplumları iyi yaşama duygusunu tümüyle yitirir. Hayat giderek yalnızca sağ kalma çabasına dönüştükçe ölüm korkusu da artar. Kitlesel medyada sürekli olarak ölümün yer alması insanları sinirlendirir. Sağ kalma histerisi toplumu fazlasıyla acımasız yapar. Komşunuz, uzak durulması gereken olası virüs taşıyıcısıdır. Yaşlı insanların bakım evlerinde yalnız ölmesi gerekir çünkü bulaşma riski nedeniyle kimsenin onları ziyaret etmesine izin verilmez. Sağ kalma histerimiz sayesinde iyi bir yaşamın ne olduğunu tamamen unuttuk. Sağ kalmak için, hayatı yaşanmaya değer kılan her şeyi gönüllü olarak feda ettik: sosyallik, topluluk ve yakınlık. Salgın göz önüne alınarak, temel hakların radikal biçimde kısıtlanması hiç tartışmasız kabullenildi.”****
Yaşadığımız distopya
Kolektif panik hallerini, korkunun içinden fışkıran nefret ve linç ayinlerini, özgürlüklerden hiç rahatsız olmadan vazgeçmeye gönüllü olmaları ve insanların sağ kalabilmek için ‘başkasını’ kurban etmelerini uzaklarda aramaya gerek yok. “Dünyadan habersiz, kendi halinde yaşayan masum Kıbrıslı Türkler’in” de içinde bu örnekler oldukça fazla. Bu örnekleri pekiştiren ve bu örneklerden faydalanan medyanın korku, panik ve öfke tacirliği de fobokrasinin güçlü bir tamamlayıcısı konumunda.
Salgınlar ve krizler yeni bir kurallar ve düzenler sisteminin de habercisi işlevi görür. Bunun göstergeleri ve örnekleri hem dünya genelinde hem de Kıbrıs’ın kuzeyinde mevcut. Mesela gözetim ve denetim teknolojilerinin dijitalleşmeyle birlikte geliştiği bir dünyada kişi artık ne kadar özgür olabilir? Ve uzunca bir süredir Kıbrıs’ın kuzeyinde birçok kararın “kanun hükmünde kararnameler” ile alınıyor oluşu, zaten çarpık olan ‘demokratik’ rejim açısından geleceğe dair yeni kurallar silsilesinin bir örneği olamaz mı?
Pandemi geçse de sağ kalma toplumu, Ölü Olmayanlar Toplumu varlığını sürdüreceğe benziyor. Çünkü değerlerin ve etik-politik ilkelerin olmadığı, iyi bir yaşam düşünün paylaşılmadığı bir toplumda, bunların boşluğu sürekli olarak bir çeşit başkalık öfkesi ve hıncı ile doldurulacak, korku kolektif mayanın harcı olmaya devam edecek ve tahakküm ağlarına bağlılık çok daha kabul edilebilir olacak.
Sadece geçtiğimiz yıl Kıbrıs’ın kuzeyine ‘söylemsel olarak yaratılan ‘güvenlik kaygıları ile’ kurulan MOBESE sistemlerinin toplumun geniş kesimleri tarafından nasıl gönüllü bir şekilde kabul edildiğini ve bu sistemlerin arzulandığını akla getirelim.
Başlarken alıntı yaptığımız yazar Cesare ile bitirelim: “Kolektif korku salgını kesilip, tekrar başlatılıyor, böylelikle stres aralıklı olarak tetiklenmiş oluyor. Kolektif histeri zirveye ulaşana kadar, herhangi bir strateji ve açık amaç olmadan, pasif, parçalanmış, depolitize olmuş bir topluluğun bağışıklığı asla sona ermez. Böylece, kurgusal “biz” geçici olarak olağanüstü hale ve kararnamelerine boyun eğmektedir.”
Geleceğin belirsizliğinin içine aldığı şimdiki zamanda işte bu mümkün olan distopyayı yaşıyoruz.
__________________________________________________________________________________
*Fobokrasi: Yunanca Phobos yani korku ile kratos yani kudretli, sağlam sözcüklerinin bileşiminden oluşan kelime, kudretli, güçlü, sağlam korkunun hakimiyeti anlamına gelir.
** “Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali” https://terrabayt.com/covid19/covid-19-gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarattigi-istisna-hali/
*** “Korku kötü bir yol göstericidir” https://www.ekdergi.com/korku-kotu-bir-yol-gostericidir/
**** “Koronavirüs bizi bir ‘sağ kalma toplumuna’ indirgedi” https://www.a3haber.com/2020/05/21/guney-koreli-felsefeci-kultur-kuramcisi-byung-chul-han-koronavirus-bizi-bir-sag-kalma-toplumuna-indirgedi/
Donatella Di Cesare alıntıları: Egemen Virüs - Kapitalizm Nefessiz Bırakır - Pinhan Yayıncılık
Byung-Chul Han alıntıları: “Şiddetin Topolojisi” - Metis Yayınları