Cumhurbaşkanı Segestes’nin Öptüğü Kartal Karanlığı Getiriyor
27-29 Nisan tarihlerinde, Cenevre’de gerçekleşen gayri resmi toplantı, Türkiye Devleti’nin mavi vatan paradigmasıyla bir süredir sürdürdüğü dış politikasından ayrı bir şekilde değerlendirilemez. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar dâhiyane bir şekilde kendi planı olduğunu söylese de, zirve neticesinde gündeme getirilen 6 başlığın, KKTC yöneticileri tarafından şekillendirilmediğini veya yeni bir fikir olmadığını hepimiz biliyoruz. Zaten sonrasında yapılan basın açıklamasında, Tatar’ın yalnız değil de, adeta ebeveyni gibi davranan ve konuşmasının eksikliklerini tamamlayan Çavuşoğlu ile birlikte görüntü vermesi, kimin patron olduğunu kanıtlıyor. Eğer mesele garantör devletleri yanına alıp açıklama yapmaksa, niye Yunanistan ve İngiltere de karede yoktu? Böylece müzakere masasındaki iki aktörden birinin kim olduğu da açıkça ortaya serilmiş oldu.
Temsil etmesi gereken toplumun çıkarlarını değil de itaat ettiği otoritenin kendi dış politikasını adım adım uygulayan Tatar, bilinmez bir yolcuğuna çıkmamıza neden oldu. Aslında kendisi de bu şekilde davranması halinde, hiçbir ilerleme katedilemeyeceğinin bilincinde. Buna rağmen gerçeklikle bağdaşmayan politik iddiaların arkasına saklanıp, sahte başarı masalları ile milleti uyutmayı hedefliyor. Gerek Cenevre’de gerekse döndükten sonra adada yaptığı açıklamalara bakıldığında, iler tutar yanı olmayan, propaganda amacıyla yazılıp yıllarca Kıbrıslı Türk öğrencilerin beynini yıkamayı hedefleyen “niteliksiz – kan kokan tarih ders kitaplarından” fırlayan cümleler ile haklılığını ispatlamaya çalışıyor. Böylece uluslararası arenadaki toplumsal varoluşumuzun gittikçe tükenmesine zemin yaratıyor.
***
Tabi ki Türkiyeli yetkililer ile kurulan bu itaat ilişkisi, sadece Tatar’a özgü bir durum değil. Hükümet ettiği devletin bağımsız mahkemelerine yapılan saldırı neticesinde el pençe divan durup, özür mahiyetli “var olan sorunları bir şekilde halledeceğiz” mealinde açıklama yapan bakanları da unutmamak gerekir.
“Anavatan ile iyi ilişkiler kurmak gerekir” diyerek, aslında dayatılan güç karşısında boyun eğen bir duruş sergiledikleri ortada. Bu noktada Erich Fromm’un “İtaatsizlik Üzerine – Özgürlük neden otoriteye ‘hayır’ demektir” isimli kitabından bir kesiti sizinle paylaşmak istiyorum. Froom, insanın neden itaat etmeye yatkın olduğunu sorarak başlıyor ve cevabını şu şekilde veriyor:
“Devlet’in, Kilise’nin otoritesine itaat ettiğim sürece kendimi güvende ve korunmuş hissederim. Aslında hangi güce itaat ettiğim çok az fark eder. Bu daima, herhangi bir şekilde bir güç uygulayan ve hilekârca her şeyi bildiği, her şeye gücü yettiği iddiasında olan bir kurum ya da kişidir. İtaatim beni tapındığım gücün bir parçası yapar, dolayısıyla kendimi güçlü hissederim. O benim yerime karar verdiği için hata yapmam; yalnız kalmam çünkü bana göz kulak olur.” Kıbrıs’ın kuzeyindeki cumhurbaşkanı başta olmak üzere yürütme organı temsilcilerinin de şu anda sergiledikleri tavır tam manası ile budur. Sözde iyi ilişki kurduklarını söyleyip, adeta birer köle gibi, oyunu kuralları dışına çıkmadan oynamaktan öteye gidememektedirler. Her ay başı maaşların ödeneceğine dair demeç vererek, bir devletin yapması gereken en normal icraata başarı kılıfı uydurmaya çalışıyorlar. Hâlbuki topluma, havucu bekleyen tavşan muamelesi yaptıklarını söylemek mümkün.
Kıbrıs sorunundaki statükoyu koruyucu açıklamalar ve iç politikadaki yıkımı iyileştirmek için Türkiye’den para - aşı koparmak adına deli divaneye dönmüş yöneticiler, Kıbrıslı Türk toplumunu çözümsüzlüğe sürükleyen düzenin sürdürülmesine çanak tutmaktadırlar. Froom makalesinin devamında düzen insanının, itaatsizlik yeteneğini kaybettiğini hatta itaat ettiği gerçeğinin bile farkında olmadığını belirtir. Ayrıca bu noktada bir ayrıma giderek; şüphe etme, eleştirme ve itaat etmeme yeteneğinin, “insanlık için bir gelecek ile uygarlığın sonu arasında duran tek şey” olduğu tespitini yapar. Kısacası sürer duruma egemen olan bağımlılık ilişkisini sorgulayarak karşı çıkabilecek yolu inşa etmenin, uygarlığa varabilmemizin ilk adımı olacağını söylebiliriz.
***
Her şeyi anladık da, başlıktaki Segestes kimdir? diye merak etmişsinizdir. Pazar günü sokağa çıkma yasağını da fırsat bilip, tüm günü dizi izleyerek geçirdim. Netflix’te gezinirken sürekli gözüme takılan ama bir türlü fırsat bulup başlayamadığım Barbarians’ın 6 bölümünün tamamını bir günde tamamladım. Dizi, Germanik kabileler ve Roma lejyonları arasında gerçekleşen Teutoburg Savaşı’nı konu alıyor. Tabi ki savaşa gidene kadar geçen sürede, o döneme ait kabileler ve imparatorluk arasındaki etken – edilgen ilişkiyi de gözlemleme şansınız oluyor.
Her kabilenin şefi olmasına rağmen, o kişiler pek etkili değil. İmparatorluk dönem dönem erkek çocuklarını alıp devşiriyor ve asker haline getiriyor, her topluluktan vergi adı altında hayvanlarını ve yiyeceklerini alıyor. Bir nevi itaat etmelerini sağlıyor. Çünkü ekonomik gücünü kullanarak onları bağımlı hale getiriyor ve yaşamlarını devam ettirebilmelerinin tek kriteri olarak iktidara boyun eğmeleri gerektiğini her fırsatta onlara hatırlatıyor.
Tabi ki baskılar, beraberinde isyan duygusunu da körüklüyor ve kabileler var olmak için mücadele etmek istiyor. Bu duyguyu bir şekilde dizginleyen şelflerden biri, duruşunu “Roma ile aramızdaki iyi ilişkilerimizi –barışı korumalıyız” diyerek gerekçelendiriyor. İlk etapta kabullenmek zor olsa da bir yerde bu duruşun sebebini anlıyorsunuz. Ama Segestes bunun da ötesine geçiyor. Sırf İmparatorluğun gözüne girebilmek ve belki de bir sonraki şef olabilmek için kendi kabilesinin çıkarlarını bir kenara bırakıp, güce itaat edip, kabilelerin özgürlük mücadelesi planlarını Roma lejyonlarına müzevirliyor.
Daha fazla ayrıntıya girip, diziyi izlemek isteyen kişilerin tadını kaçırmak istemem. Senaryo o kadar tanıdık geldi ki, Kıbrıslı Türk refleksimi geri atıp duruma yabancılaşmam mümkün olmadı. Malesef bugün ve tabi ki önceki dönemlerde de, o kadar fazla Segestes kişisi egemen oldu ki bu diyarlarda. Ağzımızın tadı ile var olabilme imkânı elde edemedik. “Güzel günler gelecek” yalanı ile bize reva görülen karanlığı dağıtmaktan başka bir yolumuz yok. Aklımızı başımıza almaz ve “iyi ilişki kurmak” diyerek kimseyi rahatsız etmeden itaate dayalı sürer durumu devam ettirirsek, yarına varabilmek mümkün olmayacak. Özgürlük, rahatsız ederek gelecek. Başka yolu yok.