1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. CÜNEYT ARKIN MISIN SEN?
CÜNEYT ARKIN MISIN SEN?

CÜNEYT ARKIN MISIN SEN?

Birlikte hareket etmektense tek başınalık güçlü kılıyor bizi. Çünkü sadece kendimize inanıyoruz.

A+A-

 Aliye Özsoylu
[email protected]

“Bunu benim için yapar mısın?”, “Senden bir konuda yardım rica edebilir miyim?”, “Bu durumda bana destek olur musun? Bu sorular, eğer bir ekip çalışması içerisinde değilse bazı kişiler için zulüm gibidir. Gündelik hayatlarında kullanmak mecburiyetinde kalmak istemezler ya da kullanmak zorunda kalırlarsa içten içe terlerler. Kendinden başka birinden kendi içerisinde bulunduğu durumu değiştirebilmek için bir şey istemek, en zor anlardan biridir. Her şeyi kendi başıma yapabilmeliyim, kimseye ihtiyaç duymadan yetebilmeliyim, yardım edilmesi gereken değil yardım eden olmalıyım gibi duygular süreklilik haline geldiği için bir noktadan sonra “her şeyi ben hallederim” alışkanlığı kendi yaşantının merkezi haline gelir. “Ne gerek var?” sorusu zihnine düşünce ne kadar yorulduğunu keşfedersin. Madem hep birlikte varız bu yeryüzünde bırak da paylaşılsın o ihtiyaç dersin. Bir noktadan sonra, kendine “hop bakalım, hangi kahramansın ki sen bu kadar yetişmeye çalışıyorsun” diye sorarsın. Tıpkı babamın çoğu zaman anneme dediği gibi: “Cüneyt Arkın mısın sen?”

Maceranın başında bir yarışın içinden galip gelerek, tek başına var olmanın inadıyla doğarsın. Küçücük bir şeysin… Anne sütü, bebek maması, katı gıda derken artık bir noktadan sonra ellerin kalkmayı öğrenmek için o yüzeye değer, emekleyerek bitiş çizgisine ulaşırsın. Bir süre sonra yürümeyi de öğrenip rotasız yollar kat ettiğinde artık düşüp yeniden ayaklanmak sana bağlıdır. Kendinle kurduğun bu bağın ne kadar güçlü olduğu muhtemelen ilerleyen dönemlerde takındığın tavır ve edindiğin ısrar ile doğru orantılı olacaktır. İşte bu adımlar bizi biz yapan detayların oluşmasında etken olunca başkalarından yardım istemeyi ayıp sayıp devam etmeye çalışırız ya da başkalarından sürekli yardım istemeyi alışkanlık haline getirip tek başına bir çıkar yol bulmak gerekince de devam edemeyiz. Fazlasıyla güçlü durmaya çalışınca yorulanlarla asalak yaşamlarında ağırlaşanlar arasındaki denge nerede saklı? Arıyoruz…

            “İnsan sınırsız bir coşku duyduğu her şeyin üstesinden gelebilir” demiş Charles Schwab. Ürettiğin şeyin başarısını elde ettiğinde kutlamanın tadı tuzu olduğu, bozuk olanı düzeltmeye uğraşarak ve bu emeği paylaşarak ilerlenen, fikirlerin çalınmadığı zamanlardan gelen bir cümle. Bu hissiyatın toplum olarak da benimsendiği dönemlerde devrimler gerçekleşmiş, imkansız görülen şeyler, aynı dik kafalılıkla ısrar edilince değiştirilmiş. 2013 yılı, Gezi Parkı Direnişi bunun en büyük örneklerinden bir tanesiydi. Yeşil alanın varlığına duyulan saygısızlığın önüne geçmek için tüm toplum sokaklara dökülmüş, insanlığa aykırı muamele görmelerine rağmen evlerine girmeyip o parkta uyumuşlardı. Bugün orada hala AVM yok. Çünkü sınırsız bir coşku ile üstesinden gelindi. İnsanın kendinden başka bir canlı türüne sahip çıkma şeklinin en akılda kalıcı hadisesi olan bu direniş, “umrumdasın” demenin en yüksek seslerinden biriydi. Öncesi ve sonrasında da gerçekleşen devrim ve değişimlerin başka isimleri de oldu ancak orada, “ben değil biz, o yüzden bu ağaçlar yaşayacak” için yitirdiği çok insan oldu.

            Peki ya bugün? Birbirine olan güven o kadar azalmış ki sürekli “sonuna kadar yanımda olacak mı?”, “yarı yolda bırakacak mı?” sorularına cevap ararken buluyoruz kendimizi, kaygılanıyoruz. Geniş ailenin içerisinden başlayarak çürük elmaları eksiltiyoruz, üzerimizden yük atıyoruz, yeni gelenlere de temkinli yaklaşıp sınır çiziyoruz. Kendimizle kalmayı tercih ettiğimiz için de her şeyin üstesinden yine kendiliğimizle gelmeye çalışıyoruz. Birlikte hareket etmektense tek başınalık güçlü kılıyor bizi. Çünkü sadece kendimize inanıyoruz. O kadar içi boşalmış ki terimlerin, mesleklerin, sahiplerine olan inancı yitiriyoruz. Emek vererek uzmanlık edinmiş kişileri aynı kefeye koyuyoruz çünkü çoğu kişinin para ile satın alınabileceğine tanık oluyoruz, ne yazık ki… Tüm bunlara rağmen bazılarımız ideallerinin peşinden giderek hayalperest ilan ediliyor, “bu kadar sahip olunurken birçok şeye neden zor olanı, popüler olmayanı seçiyorsun; aç gözünü” deniyor, inadına bildiğin yoldan yürüyünce de komik bulunuyor. Özellikle bir kadınsan ve evine damacanayı hala kendin taşıyorsan acayipsin mesela. Bırak da biraz yardıma ihtiyacın olduğunu görsünler algısı oluşturulmaya çalışılıyor. Sosyal medyada varlığını ortaya koyabilmek için aslında olmadığın şekillere girip gerçeği yok saymaya mecbur bırakıldığın için yine aynı furya tarafından linç ediliyorsun, dijital bir çöplükte farklı bir bakış açısı peşine düştüğün için yeterince like almıyorsun ama vaz da geçmiyorsun. Tüketim çılgınlığı had safhadayken, bir şeylerin devamlılığını sağlamak için üretmen ve bunu olması gerektiği fiyata satmak istemen “hangi çağdayız, kendine gel” dedirtiyor. Yani dolandırıcı olmadığın için ayıplanıyorsun. Kültürel değerleri hatırlatmak ve de tanıtmayı dert edinmek ve bununla ilgili uğraşlar sergilemek “bu işte para mı var sanki, boş iş” olarak tabir ediliyor. Sürekli bu duyumlarla mücadele edip değer verdiklerine sahip çıkmaya diretiyorsun. Kendi duygularını üşenmeden kağıda döküp bir robota yazdırmadığın için geri kalmış oluyorsun. Hele ki yerleşmiş, hiç değiştirilmeye cesaret edilememiş, koca bir boşluğu barındıran yasalara kafa tutuyorsan, zaten delisin. Kaostan düzene geçilecek diye kurduğumuz devletler, kurumları ve bu kurumlar içerisinde yetiştirilen çoğu görevliler keyfi bir şekilde vatandaşı cezalandırmayı hak görürken daha da karmaşıklığa sürükleniyorsun. Mahkemede tek başına savunma cesareti gösterdiğin ve vazgeçirilmenin türlü türlü yöntemi uygulanırken direndiğin için mahkum ediliyorsun. “Adalet kainatın ruhudur” demiş ya Ömer Hayyam, yalan beyanlar, ispatsız konuşmalar ve korkak tanıklar karşısında ruhun yittiğini görüyorsun. Ne büyük çelişki…

            Tekrarlanan bu hatalar, üstüne basılıp geçilen detaylar rahatsız etmediği ve diriltmediği sürece görünmez oluyor ve her seferinde bunun tersini hissedenler de tek başına bir ordu gibi hareket etmek zorunda kalıyor. Toplum olarak sağlıklı bir bilince sahip olduğumuz dönemlerde yani büyükannemin evlendiği çağda, düğün yemekleri imece usulü yapılır, bir kişinin mutluluğu herkesin mutluluğu olurdu. Kötü günlerde yan yana hareket edilir, komşular yardıma koşar, acılar paylaşıldıkça azalırdı. Sokaklar güvenliydi. Köylerde bir tarla ekiliyorsa herkes çiftçiydi. Bu küçük değerleri bile yitirdiğimiz için artık hastayız ve yeniden iyileşmek için az da olsa kişisel gayrete ihtiyacımız var, soruyorum size; “Hanginiz Cüneyt Arkınsınız?”            

Bu haber toplam 1257 defa okunmuştur
Gaile 509. Sayısı

Gaile 509. Sayısı