Daha çok daha çok diye diye
Hırs yedi bizi hırs!
Siyasi değil sadece toplumsal bir hırs.
“Daha fazla” olsun istedik hep.
Öyle ya bir kulübeye eşdeğer otellere, fabrikalara, hayal bile edemediğimiz evlere sahip olduk.
İkramiyeye, erken emekliliğe, tahsisat üzerine tahsisata, hem de avantaya nasıl bayıldık.
Yine doymadık.
Yine…
Birbirimizi gözledik, daha da hırslandık, doyumsuzlukta yarıştık.
***
Bu kadar çok nüfusa ihtiyacımız yoktu, eğer, kararında yaşamasını bilseydik.
Apartmanlar da olmazdı böylesi, beton bahçeleri de…
Dereler dere kalırdı, pınarlar yine akardı.
O güzelim bahçeli evleri restore eder, turizmle yaşar, esnaf kalır, zanaatımızı kaptırmaz, işçilikten utanmaz, garsonluğu ya da boyacılığı utanç görmez geçinir giderdik.
“Hepimizi memur yapacaklardı” öyle mi?
Neydi canım, anamızın “dişinin kovuğundaki para” hepimize yeter de artardı. (!)
***
Kanaatkâr olmadık.
Çok istedik daha çok…
Böylece ağzımıza kadar “araba” dolduk.
Çok daha fazla öldük yollarda…
Yetmedi!
Daha lüksünü, daha büyüğünü, daha görkemlisini istedik.
Çok olsun çok!
Üniversitemiz çok, gazetemiz çok, memurumuz çok; şefimiz, müdürümüz, amirimiz daha çok…
Siz herhangi bir alanda, tek bir dernek ya da cemiyet olduğunu duydunuz mu?
En az üç!
Peki herhangi bir iş yerinde “tek” sendika mümkün mü?
Çok olmalı çok!
Takımı çok, kulübü çok, sahası çok, kumarı çok, kerhanesi çok, meyhanesi çok…
***
O kadar “çokluk” içinde bu kadar çok özensizlik, düzeysizlik, pespayelik, ilkellik yaşıyorsak eğer…
Yalnızlık yaşıyorsak ve hep kaygılıysak…
Hırstır sebebi!
Hani sokağın tabiriyle “kuduzluğumuz”dur.
Doymak bilmezliğimizdir.
Ölçüsüzlüğümüz, hesapsızlığımız, ikiyüzlülüğümüzdür.
****
Evet, birbirimizi tanıyacak kadar “sayılı” olabilirdik halen!
Nüfusumuz “merak etmeyeceğimiz” kadar az olabilirdi.
Yabancı işçiye de ihtiyaç olmazdı, bu kadar çok beton olmasa!
Keşke bu kadar çok “toprak” almasaydık savaşta!
Böylesi “ah” kalmazdı üzerimizde!
Nüfus taşınmazdı böylesi…
Mal, mülk delisi olmazdı ahali…
***
Hırs yedi bizi hırs!
Daha çok daha çok diye diye…
Denizin ötesine bağlandık, kendimizi yedik bitirdik ha bire…
Farklı düşünen!
“Hükümet gidiyor” tartışmalarının ardından “KKTC demokrasisi”ne dair net sonuçlar:
* SEÇİMDE partilere değil Türkiye’den gelecek protokollere oy verelim.
* Hükümet değişse de dert aynıdır: MEMUR maaşlarını ödemek.
* Türk Lirası’yla erirken, Türkiye’den gelecek paradan medet ummak ne yaman çelişkidir.
* Adanın kuzeyinde ne varsa, eğretidir.
* “Devlet kurduk” lafı kocaman bir şehir efsanesi, büyük bir yalandır.
* “Çözüm yok, kendi evimizi temizleyelim” diyenler, “ev”in temelsiz olduğunu ne zaman görecektir.
* “KKTC” yalan “mangal” gerçektir!
(karikatür: Musa Kayra)
Yüz tanıma sistemi
“Basın Odası” programında İçişleri Bakanı Ayşegül Baybars anlatırken aklıma geldi, söyleyemedim, içimde kaldı.
Hani deniz ve hava limanlarına “yüz tanıma sistemi” gelecek ya!
“Salonda otururken dahi eğer bir suçlu varsa, sistem tanıyacak” diyordu Bakan…
Yüzümüzü okuyacak, sistem…
Kimliğimizi belirleyecek.
Özellikle de “güvenlik” açısından iyi…
Şu gelmişti aklıma…
Yüksek teknoloji ürünü bu sistem, “yüzsüzlüğümüzü” de okuyabilecek mi acaba?
Doğru söze ne denir!
Çok yerinde söyledi gazeteci dostumuz Selim Sayarı…
Hani “taşı gediğine koymak” mı derler…
(Bir de “taşı delen suyun gücü değil damlaların sürekliliğidir” lafı var ki, hallerimizi tarife o da yakışır.)
Neyse…
Ne demişti Selim Sayarı:
“Eli taşın altına koymak” deyiminin çok sık kullanılıp hiç uygulanmadığı yer Kıbrıs’tır!
Hade, yine hep birlikte söyleyelim:
“Elimizi taşın altına koyalım.”
Nasılsa koyan olmuyor, kalan da kalıyor, taşın altında bir yerde…
Ustalar, çıraklar
Eskimiş bir fotoğrafa gözüm ilişiyor.
“Sene 1973” yazıyor.
“Behice Terzi ve çırakları…”
Hepsi buralı kadınlar.
Terzilik öğreniyorlar ve yüzlerinde haklı bir gurur var.
Peki ne oldu bize?
Ne zaman kayboldu “ustalar.”
Ne zaman ayıp oldu “çıraklık.”
Dünyanın belki de en iyi eğitim metodu “usta – çırak” ilişkisi nasıl kayboldu?
Tam da böyle kayboldu hayatlarımız, tam da böyle eskildik.
Şimdi her gün hatta her saniye onlarca fotoğraf paylaşılıyor.
Dünyanın dört yanından gezmeler, gösterişler, poz poz gülüşler…
Peki, en son ne zaman gördünüz ustalarla çırakları yan yana…
Hatırlayan var mı?
O nedenle işte “söküğümüzü dikemiyoruz” bir türlü…