Dali, Picasso, Gaudi = Barselona
Dali, Picasso, Gaudi = Barselona
Tamer Öncül
Görüntüsünü gökdelenlerle bozmayan ender Akdeniz şehirlerinden birindeydik geçen hafta. Her köşesinde ünlü mimar Gaudí nin (Antoni Plàcid Guillem Gaudí i Cornet.1852-1926) eşsiz zekası ve sanatıyla karşılaşabileceğiniz bu gösterişsiz(!) Akdeniz kentine, Dali ve Picasso’nun imzaları da eklenince müthiş bir büyü ve ruh kazanmış… Bu ruhu besleyen en önemli gıdalardan biri de, yıllardır bağımsızlık mücadelesi veren Katalanya’nın Başkenti olması…
Art Nouveau akımının öncüsü olan Gaudi’nin bütün yaşamını, bu şehre adadığını görürsünüz her adımda…
Belki de bir bakır ustasının oğlu olması, Gaudi’nin mimari anlayışını biçimlendirmişti… İlk önemli eseri olan, 1883-1888 tarihleri arasında yaptığı Casa Vicens adlı yazlık evden başlayarak, O’nun mimariyi sanat ve estetikle yoğuruşunu görebilirsiniz… Güell Pavilyonu, Güell Sarayı, Güell Mahzeni, Colonia Güell Türbesi ve Güell Parkı’nın masalsı mimarisi ile büyülenirken; “Bitmeyen Kilise diye anılan ve yapımı halen süren “La Sagrada Familia” bazilikasında çarpılıp kalırsınız… 1882’de Francesc de Paula Villar y Lozano tarafından yapımına başlanan bu kiliseyi tamamlama işini 1883’de üzerine alan Gaudí’nin, 1908’de başka proje almayı bırakarak geriye kalan 18 yıllık ömrünü bu esere ayırdığını; stüdyosunu da oraya taşıdığını ve 74 yaşında bir trafik kazası sonucu öldüğünde buraya gömüldüğünü öğrendiğinizde şaşkınlığınız saygıya dönüşür ister istemez.. (Dalí de büyük emek verdiği kendi adını taşıyan müzenin mahzenine gömülmüştü) Eserlerinin sekiz tanesi UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan bu ateşli Katalan milliyetçisinin, eserlerini inceledikçe, vatandaşı Dali gibi bir dahi olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz...
BİTMEYEN KİLİSE
M.Ö. 230 yıllarında kurulmuş olan bu şehirdeki ilk izlenimimiz; geniş, planlı, temiz caddeleri ve rahat trafiği oldu… Bir de tarihin ve doğanın korunmasında gösterilen özen… (Barcelona 68 belediye parkına sahiptir. Bunların 12’si tarihi, 5’i ise botanik parklardır. Nufüsa oranlandırıldığında şehirde kişi başına 18 metrekare park alanı düşmektedir.)
Hem nüfusu (1.600.000) hem de yüzölçümü ile İspanya'nın en büyük şehri olan Barselona'nın ilçe ve semtleriyle 4 milyonu bulmasına karşın, trafik sorunu yaşamaması, şehir plancılığı ile disiplininin bir sonucu. Geniş meydan ve yollarıyla, modern kablolu tramvay hatları, metrosu, teleferiği ve bisiklet yollarıyla (kent içi ulaşımda turistlerin de yararlanabileceği bisiklet ve küçük motor kiralayabileceğiniz noktalar, hemen hemen her sokakta bulunabilir). Eski ve modernin uyumu; orijinal Gotik yapılar, pastel renkli binalar ve iyi planlanmış meydanlarda da kendini gösterir.
Barselona’daki ilk günümüz, merkezde sayılan (Lambra Caddesi) otelimize yerleşmek ve yakın çevreyi keşifle başlamıştı… La Rambla, 2 km uzunluğunda 5 caddenin birbirine bağlanmasıyla oluşmuş; kafeler, müzeler, sergi salonları, resim atölyeleri, alışveriş merkezleri, kapalı pazarlar, sokak çalgıcıları, akrobatlar ve kuyumcularıyla neredeyse 24 saat cıvıl cıvıl bir bulvar. İspanyol şair Federico Garcia’nın deyişiyle: "La Ramblas, dünyada, hiç bitmesin istediğim tek cadde ...” Batı ucunda Cristof Colomb Abidesi, doğu ucunda ise, hem şehir içi hem de şehir dışı turistik turların kalkış noktası olan Katolonya meydanı yer alıyor… Barselona’nın Beyoğlu’su da denilebilir… Otelimizin az ilerisinde bulvarın güneyinden girilen restoranları ve kafeleriyle ünlü bir “İç Meydan” çoğu akşam yemeğimize ev sahipliği yapıyor..
YAĞMUR ALTINDA COLOMB ANITI
Kıbrıs’ın sıcağını arkada bırakıp yağmurlu ve 12 dereceyi aşmayan soğuk beş gün boyunca (ki bunun çok ender yaşandığını söylüyordu Barselonalılar) şehirciliğin; tarihi ve doğal dokuyu korumanın; kent disiplininin ve insan odaklı yaşam tarzının en güzel örneklerini görme fırsatını bulduk… Merkezde, beş altı katı aşmayan taş binalar, birbiriyle uyumlu pastel renklerle geçmişi yansıtırken; yeni binaların da bu uyuma ters düşmeyecek şekilde düzenlenmesi; balkonlara asılan perdelerin dahi tek renk ve biçimde olması; mimari olduğu kadar yaşamsal disiplinin de çarpıcı ifadesidir…
Günlerce yağan yağmura karşın, hiçbir yerde su birikintisine, çamura rastlamadık… Müzelere (özellikle de Picasso müzesine) girmek için saatlerce bilet kuyruğunda beklerken de aynı kent disiplini vardı…
Otele on dakikalık yürüyüş mesafesindeki (bizim Bandabuliya benzeri) “Mercat de La Boqueria", taze/kuru sebze ve meyvelerin, çikolataların, şekerlerin, deniz böceklerinin, taze, ya da kurutulmuş balıkların ve İspanyol jambon çeşitlerinin bir renk cümbüşüne döndürdüğü tezgahlarıyla; ayaküstü atıştırmalık büfeleri ve kalabalığıyla sizi kendine bağlar hemen… İlk yemek deneyimimiz de burada oldu, bu yüzden… Meze tabağı anlamındaki Tapas ve renkli pilav üstüne deniz ürünleri serpiştirilerek tavada sıcak servis edilen Payella’larımıza nefis fıçı biraları eşlik etti.
Mercat de La Boqueria’dan bir köşe…
Gezimiz boyunca tek yağmursuz gün olan ikinci günü, açık alanları gezmeye ayırıyoruz… Gaudi’nin ünlü, masalsı “ Güell Parkı “ ; 1920’li yıllarda, Franko’nun olimpiyatlar için yaptırdığı; ancak iç savaşın ve Faşist Franco yönetiminin protesto edilmesi yüzünden olimpiyatların yapılmaması ile turistik bir mekana dönüşen “İspanyol Köyü” ile İspanyol Meydanı ana duraklarımız oluyor…
İki gün boyunca sabit ücretle (32 Euro); istediğiniz yerde inip, binebileceğiniz Panoramik şehir turu yapan otobüslerle sindire sindire şehri turlarken; Efsaneleşen (ama son günlerdeki düşük performansıyla herkesi, özellikle de Katolonyalıları hüsrana uğratan) FC Barsolana’nın müze de içeren sahası Nou Camp; Şehir Tarihi Müzesi, Katalonya Tarihi Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Denizcilik Müzesi, Mısır Müzesi, Bilim Müzesi (Cosmocaixa); dünyanın ikinci büyük Akvaryum tesisleri; dev Arena binası ve daha bir çok tarihi mekan uğrak yerimiz oluyor…
GÜEL PARKI GİRİŞİ
Kentin en çok turist çeken müzelerinden “Museu Picasso” ünlü İspanyol sanatçısı Pablo Picasso’nun Mavi Periyod (Blue Period) dönemine ait 2,500’den fazla çalışmasını sergiliyor. Daracık sokakların arasındaki beş ortaçağ sarayına yayılan müze 1963 yılında açılmış. Müze içinde fotoğraf çekmek (hatta su içmek bile) yasak.
Barselona’ya gidip de flemenko izlememek olmaz. Otelimizin hemen yanındaki (en ünlülerinden biriymiş) küçük bir salonda, bir saati aşan nefis gösteriden çıktığımızda, kendimizi Barselona’yı daha iyi anlamış buluyoruz. Katalanları daha iyi tanımanın bir yolu da hiç kuşkusuz ki Dali Müzesi’ni gezmekle olurmuş… Biz de Gezimizin son gününü buna ayırıyoruz.
Pazar sabahı Kataolonya meydanından bindiğimiz turistik otobüsün ilk durağı, Fransa sınırına yakın Pirenelerin eteklerinde iberliler tarafından kurulan tarihi kent Girona oluyor. Yaklaşık 100.000 nüfsusu olan bu kentin eski yerleşim alanı, daracık sokakları müthiş doğası, hemen dibinden geçen sakin nehrin kıyısında ve tarihi eserleri ve sakinliğiyle yaşanılası bir yer… Ama soğuk; sabah otobüsten iner inmez sulu sepken kar karşılıyor bizi. Neyse ki uzun sürmüyor… Biz kahvelerimizi içene kadar yumuşuyor hava… Öğleye kadar tarih ve enfes doğayla baş başa, daracık sokakları arşınlıyoruz fanatik Katalan bağımsızlıkçısı kadın rehberimizin bitmeyen konuşmaları eşliğinde…
GİRONA’DA DOĞAYLA KUCAKLAŞAN TARİH…
Sonra geri, Dali’nin kenti Figures’e geçiyoruz yarım saatlik bir yolculukla… Pirene dağlarının tepelerindeki karlar daha net görünüyor şimdi; bir de yol üzerindeki yüksek bir tepede restorasyonu süren manastır.
VE DALİ…
Katalan sürrealist ressam Salvador Dalí (Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí y Domènech 11 Mayıs 1904 – 23 Ocak 1989) gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenmiştir.
Dali’nin doğduğu ve müzesinin bulunduğu Figueres’e yanaştıkça aklımdaki şu soru da büyüyüp duruyordu: Figures ismi Dali’den sonra mı verilmişti bu kente; yoksa bu isimli bir kentte doğduğu için mi Dali ressam olmuştu?
Oysa çok iyi biliyordum ki Dali’yi Dali yapan, annesinin ölümüne(1921) kadar yaşadığı trajik olaylar (otoriter bir baba, doğumundan üç yıl önce ölen ağabeyinin isminin ona verilmesi ve onun sureti gibi yaşaması, adeta taptığı annesini kanserden kaybetmesi…) ve bu olaydan beş yıl sonra Picasso ve ardından sürrealist akımın öncülerinden şair Paul Eluard’ın karısı Gala ile tanışmasından (ki 1929’dan itibaren onunla beraber yaşamaya başlar ve 1934 de evlenirler) sonra yaşadıklarıydı…
Ona hak ettiği ününün sağlayan yalnızca ressamlığı (1500'den fazla resmi var) değil; heykel, fotoğrafçılık ve film alanında da başarılı ürünler vermesi ve hiç kuşkusuz ki; özgür, aykırı, tutarsız( anarşistlikten faşist franko’yu desteklemeye ve katolikliğa savrulması ya da "Tanrı'ya inanıyorum, ama inançlı değilim. Matematik ve bilim, bana Tanrı'nın olması gerektiğini anlatıyor, ama inanmıyorum" gibi açıklamaları düşünülürse), savruk, gösterişçi yaşam tarzıydı…
O’nun hakkında hiçbir şey bilmeyenler bile, Müzeye adımını atar atmaz bunu anlayabilirler…
Müze’nün hikayesi de şöyle: 1960'da Figueres belediye başkanı, yıllar önce Dalí'nin ilk sergisine ev sahipliği yapmış ve iç savaşta zarar görmüş olan Belediye Tiyatrosu'nu "Dalí Tiyatrosu ve Müzesi" adıyla restore etmeye karar verdi. Dalí, 1974'e kadar müzenin inşaatı ve dekorasyonuyla bizzat ilgilendi ve bu projeye çok emek ve zaman harcadı. Müze 1974'te açıldıysa da, Dalí 1980'lerin ortasına kadar ufak eklemeler ve değişiklikler yapmaya devam etti.
MÜZE’NİN GİRİŞİ
10 Haziran 1982'de çok sevdiği karısı(aynı zamanda menajeri, modeli ve ilham perisi) Gala’nın ölümünden sonra yaşama isteğini kaybeden Dalí, karısının öldüğü ve gömüldüğü Púbol Kalesi'ne yerleşti ve münzevi bir hayat sürmeye başladı ve son eseri Serçenin Kuyruğu adlı tabloyu da burada yaptı.
Ağustos 1984'te, kaledeki yatak odasında bilinmeyen bir sebepten çıkan yangında bacağından yaralanmasının ardından Müzesi'ne dönüp ölümüne kadar burada yaşayıp;müzenin mahzenine gömüldü..