“Dali’den bir dostluk öyküsü: Sulli ve ben...”
KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Andrulla ŞADİ
(Geçtiğimiz aylarda bu sayfalarda, Dali köyünden gerçek bir yaşam öyküsünü yayımlamış olduğumuz Andrulla Şadi arkadaşımız, bir öykü daha kaleme aldı... “Sulli ve ben” başlıklı bu öyküsü elektronik formatta olmadığı için oturup benim için tabir caizse, “daktiloya çekiyor”... Yıllar önce yayımlanmış bu öyküsü... Rahmetlik Kostis Ahniodis ondan Ekiparhis dergisi için bir öykü istemişmiş, o da Süleyman yani Sulli ile çocukluk hatıralarını kaleme almışmış... Andrulla Şadi’nin bu güzel öyküsünü, Londra’dan çok değerli arkadaşımız Artun Gökşan Lurucinalı, Türkçe’ye çevirdi... Öyküyü paylaşırken, her ikisine de çok teşekkür ediyoruz... S.U.)
Dali köyünde birbirleriyle çok içli dışlı olan, iki dost aile yaşıyordu. Birinci aile, köyde herkesin kendisine “Gatciis” diye çağırdığı Yorgo ile karısı Gadina idi. Yorgo ile Gadina’nın beş çocukları vardı: Daki, Vasulla, Annitsa, Marina ve Andrulla.
Bir de Keziban ile Hasan ailesi vardı. Onların da dört çocukları vardı: Hüsniye, Halide, İbrahim ve Sulli diye çağırdığımız Süleyman. O dönemde kalabalık bir aileyi besleyip doyurmak kolay birşey değildi.
Dali köyü, eskiden İdalion olarak anılan Yalya deresi tarafından ikiye ayrılan bir köydür. Köyümüz Türk ve Rumların birlikte yaşadığı karışık bir köydü. Türklerle Rumların evleri, yine karışık bir şekilde köyün geneline yayılmış haldeydi. Yalnız, Yalya deresinin kuzeyinde kalan Ağğura bölgesinde yerleşmiş bir miktar Türk aile bulunuyordu. Bu bölgede kümelenmiş evler, Dali’nin diğer mahallelerindeki kerpiç evler gibi kimisi tek, kimisi iki katlıydı.
Gadina ile Gacis hergün sabah namazından kalkar, Ağğura’da bulunan tarlalarına gider, toprağı işlemeye koyulurlardı. Ailem çiftçi, üretici bir aileydi.
Hasan ve Keziban’ın ailesi de bizim tarlalarımıza yakındı. Evleri, Ağğura’daki Türk mahallesine girerken soldaki birinci evdi.
Annem beni her sabah bana baksın diye Keziban abaya bırakır, babam ve benden büyük kardeşlerimle birlikte hemen yan taraftaki tarlaya işlemeye giderdi. Keziban aba beni büyük bir mutlulukla karşılardı. Ben, oldukça hassas, iri kestane gözlü, başında çok sayıda gamzeleri bulunan sarışın küçük bir kızdım. Keziban’ın en küçük oğlu, hepimizin kendisini Sulli diye çağırdığımız Süleyman, benim yaşımdaydı. Sulli, ayrıca benim en iyi arkadaşımdı. Onunla büyüdüm, ilk adımlarımı onunla attım, ilk oyunlarımı onunla oynadım.
Dolap kuyumuzdan çıkan ve hendekten akıp giden suyun içinde birlikte oynardık. Babam katırı dolap kuyusuna koşar, hayvan kuyunun etrafında yiro yiro dönerdi. Kuyudan çıkan suyla dolu kovalar, kuyunun üst kısmında bulunan yüksek taş hendeğe boşanır, su oradan aşağıdaki toprak hendeğe doğru akardı. Hendeğe dökülen suyun içinde saatlerce oynadığımız olurdu. Suyun önüne çamurdan setler yapar, sonra onları yıkardık. Çamur ve taşlardan küçücük evler yapar, gülerdik. O çocuksu sevincimiz, hendekten akıp giden su şırıltısı gibi saf ve temizdi.
En güzel oyunumuz, topladığımız küçük yabani kavun şeklindeki meyvelerin ortasına çubuk sokarak suya atmak ve onların değirmen gibi yuvarlanarak suda gitmelerini seyretmekti. Ama en çok sevdiğimiz oyun, suyun akıp gitmekte olduğu toprak hendekte yalınayak yürümek ve incecik topraktan oluşan çamurun ayaklarımızı merhem gibi sarmasını hissetmekti. Özellikle yaz aylarında ispanya çarık giyerdik.
Bu akan su hayatımızın ta kendisiydi. Aynen suyun hendekte akıp gittiği gibi, Sulli ve benim hayatımız da yuvarlanıp gidiyor, geçen zaman içerisinde ikimiz de büyüyor ve etrafımızdaki dünyayı öğrenmeye başlıyorduk.
Nitekim bir gün bizi çok etkileyen güneşle ilgili yaptığımız bir girişim, bize çok büyük bir ders olacaktı. O gün bizimle birlikte daha çocuklar vardı. Hep birlikte oyun oynarken, beraber nar yemeye karar verdik. Daha önce de belirttiğim gibi, dolap kuyumuzun suyun hendeğe akmasını kolaylaştıran, tarlamızdan daha yüksek olan üst kısmında, çok sayıda nar ağacı ile bir kara incir ağacı vardı.
O gün Venizelos, Mihalakis, Annula, Vasilea, Sulli ve ben vardık. Kuyumuzun etrafında toplanmış, ayakta nar yiyorduk. Nar yemeye devam ederken, incir ağacının ardındaki küçük duvarın üzerinden batıya doğru baktım. O anda güneşin, karşıdaki tepenin arkasına doğru inmekte olduğunu görünce, nasıl olduysa koşarak güneşi yakalama fikri geldi aklıma. “Re” dedim, “Giderik yakalayalım güneşi?” Hepsi büyük bir heyecanla “Hade” diye cevap verdiler.
Nar yemeyi bıraktık, tarlanın ortasından karşı tepeye doğru hızla koşmaya ve tepenin üzerine doğru tırmanmaya başladık. O zamanlar bu tepe bize çok büyük görünüyordu. Sulli ile benim en çok sevdiğimiz spor, bu tepenin zirvesine baş döndürücü bir hızla koşarak çıkmak ve koşarak geri inmekti. Kendimizi kuşlar gibi hissediyorduk. Adeta uçuyorduk. Tepeyi aynen öyle çıktık. Çıktık ama, ne gördük dersiniz? Alçak güneş, onu yakalayacağımızı sandığımız yerden kaçmış, bu kez ileride bulunan Ay Thorou tepesinin üzerine konmaya çalışıyordu.
Başımıza amma iş gelmişti. “Re, gidelim ora aşşa dutalım genni?” diye sordum. “Hade gidelim” diyerek hepimiz birden, güneşi yakalama azmiyle tepeden aşağıya koşmaya başladık. Ancak bu koşmamız, yüksek bir bağırma sesiyle yarım kaldı.
“Nere gidersiniz be bu vakit? Anneleriniz sizi arayacak. Hade çappuk evlerinize da nerdeyse gece olacak”. Bunları söyleyen Mahan’ın kocası Halil’di. Davarı ile ovadan dönmüş, Garvuni’deki bir tarlada bulunan taş teknede hayvanlarını suvarmaktaydı. Biz donakalmıştık. Ben, ona güneşi yakalamaya çalıştığımızı anlatmaya çalışıyordum, ama o hiç kulak vermiyordu. “Çappuk evinize” diye bize yeniden çıkıştı.
Hepimiz başımızı öne eğdik, üzgün, asık suratlarımızla, suya düşmüş, paramparça olmuş hayallerimizle geriye doğru yürümeye başladık. Güneşi yakalamamıza, ona dokunmamıza izin yoktu. Kalplerimiz kırık, yürümeye devam ettik. Karanlık basmıştı ve biraz daha gecikseydik, analarımızdan dayak yiyeceğimizi anlamıştık. Ancak o gün iki önemli şey öğrenmiştik. Birincisi, güneşi yakalamaya çalıştığın zaman, onun kaçmasıydı. İkincisi ve en çok cesaret kırıcı olanı da, yapmak istediğin her şeye birilerinin izin vermemesiydi. Sonuçta Sulli, ben ve arkadaşlarımızın güneşi yakalama macerası hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı.
Sulli’lerin köyde kaldıkları bölgeyi “derenin obir tarafı” diye tarif ederken, bizler “köyde” oturuyorduk. Ve Yalya deresinin köyümüzdeki ‘obir tarafı’ ‘bu taraftan’ ayırdığı gibi, hayatta da Sulli ile beni birbirimizden ayıran çok şeyler yaşandı. Büyüdük. Okula gittik. Sulli, Bambula’daki Türk okuluna giderken, ben de köydeki Rum ilkokuluna gittim. Öğleden sonra da okula giderdik, yoğun derslerimiz vardı ve tüm bunlar bize oyun oynayacak pek zaman bırakmıyordu.
Yaz aylarında ise, annem, babam ve kardeşimle birlikte bahçelerimizde kalıyorduk. Ağaçların altında yatıyor, serin, mis kokulu meyve ağaçlarının arasında zaman geçiriyorduk. Adeta Cennet’te yaşıyor, Sulli ve mahallenin diğer çocuklarıyla oynuyorduk. Tüm Türk çocukların anneleri annemin arkadaşlarıydı. Kardeş gibi geçiniyorlardı.
Çok iyi hatırlıyorum, bir sonbahar günüydü. Kızkardeşlerimle birlikte tarlada çalışmaktan yorulmuştuk. Bir baktık Hilmina gelmiş, bize koyunlarının sütünden o gün yaptığı sıcak hellimlerden getirmişti. Yanında asmadan topladığı beyaz üzüm ve fırından yeni çıkardığı sımsıcak beyaz ekmeği getirmeyi de ihmal etmemişti. O günkü yemekten daha tatlısını yediğimi hiç hatırlamam. Büyük bir iştah ve aceleyle bize getirilenleri yedik. Hilmina abaya teşekkür ettik ve ardından hepimiz bir bir eğilerek ‘Ksiuru’ akarsuyundan akan kristal ve buz gibi berrak sudan kana kana içtik. Hayatımda bu kadar tatlı su içtiğimi hiç hatırlamam. ‘Dreksimyo’ dediğimiz yeraltı akarsuyunun kuyulardan çıkarılıp bahçelerin sulanmasında kullanılırken geniş bir hendekte devamlı akıp giden kısmına Ksiuru derdik.
Yıllar yılları kovalar, hepimiz de doğal olarak büyümeye devam ederken, Sulli’nin ailesinde trajik bir olay yaşandı. Çok sevgili Keziban abam, bir kadın rahatsızlığı nedeniyle yaşama veda etti. Bizler, çocuklar olarak olayın ne olduğunu kavramakta güçlük çektik tabii. O güzel, iyiliksever, güçlü, güleryüzlü, kucaklayıcı; kucağı bütün aileye yeten, kucağında sadece bana değil, bütün insanlara yer ayırabilen o anne yoktu artık.
Arkadaşım Sulli’nin evine kara bir sis çökmüştü. Kimse gülmüyordu artık. Yuva öksüz kalmış, aile yıkılmıştı. Baba Hasan, kalbi paramparça, kendini kaybetmiş bir halde neyi nasıl yapacağını bilemez duruma düşmüştü. En büyük kızları Halide, çok genç yaşta evlendiği için kendi evinde kalıyordu. En büyük kardeş İbrahim, annesinin kendisine, çok güzel bir kız olduğu için ‘Husnam prensesim benim’ diye çağırdığı Hüsniye ve arkadaşım Sulli, öksüz kalmışlardı. Çamur soyundan gelen Keziban abamız yoktu artık. Yemeği kim pişirip ısıtacak, aileye, çocuklara kim bakacaktı?
Çaresizlik içerisinde ne yapacağını bilemeyen Hasan, ailesini toplayarak İngiltere’ye kaçtı. Bütün olanlar, o zaman sadece sekiz yaşında olan benim için anlayamadığım, çözemediğim olaylardı. Sulli’mi, Keziban abamı kaybetmiş, köşedeki o kerpiç fakirhane artık benim için sıcak ve misafirperver bir sığınak olmaktan çıkmıştı. Evin önündeki yol, artık arkadaşım Sulli ile oyun oynadığım o yol değildi. Herşey bir anda yok olmuş, hepsi ortadan kaybolmuş, ev kapalı, karanlık ve sessizliğe bürünmüştü.
Bahçeye doğru gitmek için, evin önünden her geçtiğimde kalbimi bir sıkıntı basardı. Başka yoldan geçmek isterdim ama, o zaman başka yol da yoktu. Sadece bazı monobadiler vardı.
İşte Süleyman ile ben böyle kaybolduk: o Londra’da, ben de Dali’de. Ama kimi atasözlerinin doğruluğunu teslim etmek gerekir: ‘Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur’ ya da ‘Dünya çok küçüktür’ gibi.
Süleyman ile yıllardan sonra, 1970 yılında buluştuk. Londra’da öğrenci olduğum yıllarda, annemin küçük kızkardeşi Evangelia Battura teyzem ile Merkezi Londra’da dolaşmaya çıkmıştık. Picadilly Circus’ta yürürken, gözüm aniden Süleyman’ı gördü. Sulli, babasıyla birlikte orada hot dog satışı yapıyordu. Yıllar sonra birbirimizi gördüğümüze sevindik, biraz konuşup telefonlarımızı aldık.
Sulli, zayıf, esmer, tatlı dilli ama utangaç bir kişiydi. Aradan çok yıllar geçmişti tabii. Adeta iki yabancı olmuştuk.
Sulli ve babası Hasan Gulle ile vedalaşıp ayrıldık. O günden sonra bir daha hiç karşılaşmadık. Şimdi nerede olduklarını da bilmiyorum. Bütün aileyi yeniden bulmayı ne kadar isterdim.
(Dali, 2005)
Aradan 15 yıl geçtikten sonra, Sulli’nin telefonunu Şermin Çamur’dan bulup onunla konuşma fırsatını yakaladım. Korona salgını yüzünden, kardeşi İbrahim’i görmek için gittiği Türkiye’den dört ay Londra’ya dönememiş. Kim olduğumu ve hayat hikayemizi yazdığımı söyleyince hem şaşırdı, hem duygulandı. Ancak şartlar maalesef biraraya gelmemize, yüzyüze konuşmamıza henüz izin vermiş değil.
(Andrulla Şadi’nin yazısını Rumca’dan Türkçe’ye çeviren: Artun Gökşan Lurucinalı - 15/9/2020)