Dedeme...
Dedeme...
Umut Bozkurt
[email protected]
Asma yaprakları altında bir bahçede, ardı ardına sıralanmış plastik sandalyelerde kadınlar oturuyor. Başlarında birer yemeni, gözlerinde hüzün. Yüzlerini dağa, sırtlarını denize vermişler.
Hoca efendi güzel sayılabilecek sesiyle ardı ardına dualar okuyor. Lapta’daki bu güzel bahçenin her yerinde dedemin emeği var. Onun yetiştirdiği asma ağaçlarının altında, ona mevlit okutuyoruz. Daha öleli üç gün olmuş. Oturduğum yerden karşıdaki limon ağaçlarına bakıyorum. Nedense o limon ağaçlarının arasından çıkıp geliverecek, her zamanki gibi gülümseyecek gibi hissediyorum. Bu his öylesine kuvvetli ki. Bir an gözlerimi kapatıyorum, açıyorum. Kulaklarımda hocanın duaları, karşımda akşam güneşi altında ışıldayan limon ağacı. Ama o artık yok...
Ona hep bu bahçede ölmeyi yakıştırmıştım. Çalışırken çiceklerinin üstüne yüzükoyun düşsün bir gün, toprak yüzünü öpsün. Ne yazık ki olmadı. Hayatının son günlerini soğuk ve beyaz bir hastane odasında geçirdi. Doktorların koyduğu teşhis “genel durum bozukluğu”ydu. Artık ne bizleri tanıyabiliyor, ne konuşabiliyor, ne de yemek yiyebiliyordu. Onun bu koşullarda çok uzun süre gitmeyeceğini biliyorduk. Tuhaf, ama öldükten sonra ben bu dönemi silmiş gibiyim. Hastaneye düşmeden, durumu bu kadar kötülemeden önceki hali kalmış aklımda. Halen bizleri tanıyıp gülümseyebildiği o değerli zamanlar...
Bir anılar sağanağı altında kalmış gibiyim. Anılar yağmur gibi üzerime düşüyor, sersemletiyor beni. Geçmiş zamanla bugün arasında gidip geliyorum. Dedemi, onunla geçirdiğim zamanları, çocukluğumu, ilkgençliğimi hatırlıyorum. Benim gözümde dedem, artık tedavülden kalkmış, şimdi modası geçmiş bir zamanın mağrur bir temsilcisi gibi. Bir anlamda sadece dedemin değil, dedemle özdeşleştirdiğim, yitip giden bir dönemin de yasını tutuyorum ...
Dedemi hatırlarken, nedense hep aklıma çocukluğumun Lapta’sı geliyor. Ben çocukluğumda bir süre, annem yurtdışında ihtisas yaptığı için anneannem ve dedemle kaldım. Çocukluk deyince aklıma Lapta, bir de bu iki çok sevdiğim insan geliyor. Lapta o zamanlar göz alabildiğince muz yetiştirilen, narenciye yetiştirilen bir yerdi. Sırtını dağa yaslamış, deniz gören, yemyeşil bir kasabada muz ağaçları, tavuk ve horozlar arasında koşturan mutlu, biraz da haylaz bir çocuktum. Ne kadar tuhaf. Çok üzgünüm ama çocukluğumun Lapta’sına dair gülünç anılar da kendilerini hatırlatıyor. Mesela bir keresinde anneannem ve dedem beni yetiştirdikleri muz ağaçlarından kopardıkları dallardan oluşan bir tepeyle aynı odada yatırmak gafletine düşüyorlar. Beş yaşında falan olmalıyım. Ertesi sabah uyanıyorlar, bir bakıyorlar, muz tepesi yarıya inmiş, ben muzların üzerinde yarı-baygın ama mutlu bir şekilde yatıyorum. Bu son oldu, bir daha da muzlarla aynı odada uyumak şansına nail olamadım.
O mutlu anılardan bugüne, benim artık çocuk olmadığım, dedemin ise artık öldüğü şimdiki zamana atlıyorum. Dedem artık yok ve onu tanımayanlara anlatmakla görevli görüyorum kendimi. Sanki anlatırsam onu bilmeyenler de bilecek, bir düzeyde onun gidişiyle başedebileceğim. Dedemi nasıl anlatmalıyım? Dedem, şimdiye dek hayatımda tanıdığım en zarif, en güzel insandı. Kırk yıla yakın tanışıklığımızda bir tek kez bile ne beni, ne de bir başkasını kırmış olduğunu görmüş değilim. Cenazede gördüğüm insanlar da farklı ifadelerle de olsa hep onu böyle tarif ettiler: “Karıncayı bile incitmeyen bir adam”, “peygamber gibi adam”, “Allah’lık adam”. Gerçekten yücegönüllü ve çok sahici bir adamdı. Evine gelen misafiri mutlaka kendi yetiştirdiği sebze ve meyvelerle dolu poşetlerle evlerine gönderirdi. Annemin doğup büyüdüğü aile evine bir süre önce Hatay’dan gelen, dedemin tanıdığı olan göçmen bir aile yerleşmişti. Dedem çocuklarından birine verdiği bu evin yıkılmasına karşı çıktı ve bugüne değin bu ailenin orada oturmasını sağladı. Bu ailenin kızlarının okuması için de çok uğraştı. Sadece bizim değil, birçok Laptalı’nın “Halil dedesi” olması, bundandır.
Sakin, kendi halinde, çok çalışkan bir adamdı. Orta yaşına doğru duyma yetisini kaybettiği için doğup büyüdüğü Lapta’da Sağır Halil diye anılırdı. Onu sürekli sorun yaşadığı kulaklıklarıyla hatırlıyorum. Dış dünyayla tek iletişimini kuran bu küçük aletlere bel bağlar, arıza yaptıklarında bir an önce tamir ettirebilmek için “şeher”in yolunu tutardı. Şehere gitmek için sabahın beşinde kalkar, üzerine gömlek, yelek ve ceketinden oluşan takımını geçirir, sinekkaydı traşını olur, sabah otobüsünü beklerdi.
Dedemle ilgili beni en çok etkileyen şey doğaya, hayvanlara verdiği değer ve önemdi. Artık çalışamayacak kadar yaşlanıncaya dek önce Lapta’da, ardından 1963’ten sonra göçmen düştükleri Gönyeli’de, sonra yine döndükleri Lapta’da bahçesini ekip biçti. Ben sadece 1974’den sonra yerleştikleri evin bahçesini biliyorum. Bir cennet bahçesini andıran bu bahçede neler yoktu ki? Türlü çiçekler, limon, greyfurt ağaçları, mevsimine göre farklı sebzeler, kök bitkileri... Mesaisi 6.00 gibi başlıyor ve akşamüstü serinine dek çalışıyordu. Çalışmanın bir din olduğu insanlar vardır. Dedem öyle birisiydi. Ama sadece bir çalışma disiplini adına yapmıyordu bütün bunları. Doğayı, hayvanları gerçekten seviyordu. Bir keresinde “bu ekşiler insana benzer, suvarmazsan insan gibi ağlarlar” demişti. Yaşlandığı, eli ayağı tutmadığı zamanlarda bu bahçelere bakamayacak olmak, ağaçların kuruyacak olması en büyük kaygısıydı. Hayvanlara eziyet eden insanları insandan saymazdı. İnsana, hayvana ya da ağaca hürmet göstereceksin, koruyacaksın; belki büyük, iddialı, tumturaklı sözlerle değil, ama eylemleriyle bizlere bıraktığı en önemli miras buydu...
Dedem ilkokul mezunuydu. Ama okumaya çok meraklıydı. Erken yatır, bir saatten sonra uyanır, coğrafya ve astronomi kitapları okurdu. Bir keresinde kardeşimle beni Latin Amerika’daki bir ülkede bir bilmemne nehrinin bilmemne denizine aktığıyla ilgili söylediği şeylerle hayrete düşürmüştü. Derken eline haritayı eline aldı, bize Latin Amerika kıtasındaki göller ve nehirlerle ilgili kısa bir ders verdi. Hangi nehir, hangi denize akar, hangi nehir, hangi ovayı sular şeklinde giden, unutulmaz bir hayat bilgisi dersi. Hayatında birkaç kez Türkiye’ye gitmek dışında doğup büyüdüğü topraklardan hiç ayrılmamış birisinin söyledikleri çok etkilemişti bizi. Toprakla, denizle, ağaçlarla ilişkisi olan insanlara has bir şey vardı onda, sanki toprak olan, nehir olan, ağaç olan her yer, şu eski dünya, onun evi gibiydi.
Dedem gündemi de mutlaka takip ederdi. Çoğunlukla akşam üzeri evlerine uğrarsam, onu televizyonun dibine sandalyesini çekmiş, büyük bir dikkatle “havadis”leri dinlerken bulurdum. Hiçbir olayı kaçırmazdı, iç politika, dış politikaya dair hep yorumları vardı. Dedemi sonsuza dek güzelleyebilirim ancak neticede döneminin adamıydı. 1974’den sonra bir Rum evine yerleşmiş, bir Rum’a ait bahçeleri ekip biçmişti. “Urumlara” güvenmez, milliyetçi lider Denktaş’a büyük bir sempati beslerdi. Ayrıştığımız tek nokta bu olmuştur. Ama o benim görmediğim şeyleri gördü. Benim hiç yaşamadığım bir savaşı yaşadı. 1974’de duyma kaybı arttığı için şansına mezar kazıcılığı rolü düşmüştü. Savaş boyunca onca ölüyü gömmekle görevlendirildi. Kimisi genç, kimisi tanıdık yüzlere sahip onlarca ölü. Savaştan sonra yıllarca et yiyemedi. Savaşın travmasını da kendince, büyük bir sukunetle atlatmaya çalışmıştı. Onda her zaman en hayran olduğum şey de bu olmuştur. Hayatını büyük bir zerafet, sukunet ve alçakgönüllülükle sürdürdü. Onun hayatına eşlik edecek müzik olsa olsa Beethoven’in Ayışığı Sonatı olabilir, güçlü, derin ama şaşalı değil...
Dedemin, savaş koşulları içinde bazı şeylere direnememiş olsa da hiçbir zaman “ötekiye” karşı insanlığını kaybetmemiş olduğunu sanıyorum. En azından bana anlatılanlar böyle. 1963 yılına dek Lapta’daki ortak yaşamda annemin ailesinin Rum komşularıyla çok sıcak ilişkileri olmuş. Kadınlar elbirliğiyle çocukları büyütmüşler, hasatı kaldırmışlar, ürünleri değerlendirmişler. Tanıştığım orta yaşlarda bir Lapta’lı Rum adam, Lapta sohbetinin ardından dedemi hatırlamıştı, “dedeniz çok iyi birisiydi, çocukken bir keresinde bisikletin lastiğine parmağım sıkışmıştı da dedeniz yardımcı olmuştu” demişti.
Mevlit sona ererken, ben halen geçmişin ağırlığıyla boğuşuyorum. Mevlide katılanlar başınız sağolsun mesajlarını iletiyorlar. İçimdeki boşluk duygusu büyüdükçe büyüyor. Farklı dinlerin ölülerini gömme merasimlerinin bu boşluk duygusuyla başetmek üzere geliştirildiğiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Kimse sevdiği birinden vazgeçemiyor ve o sevdiğiniz insanın artık olmadığı gerçekliğiyle başetmek kolay olmuyor. Bahçeye bakıyorum, dedemin kendi elleriyle yetiştirdiği güllere, yaseminlere, fesleğenlere, asma ağaçlarına. Dedem artık yok ama onun emeğinin ürünü olan bu bahçe bize ondan yadigâr. Kendi kendime, “bu bahçeyi korumalıyız, onu en fazla bu mutlu ederdi” diyorum. Yeniden gözlerimi kapatıyorum. Dedemi limon ağaçları altında, yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle görüyorum. Onu hep böyle hatırlamak istiyorum. Bu anıyı sonsuza dek saklamak istiyorum...