Defne Suman; “Türkiye’de kimse Kıbrıs’ı bilmiyor”
“Kıbrıs’a geldiğim zaman anladım ki Türkiye’de kimse Kıbrıs’ı bilmiyor..."
Simge Çerkezoğlu
Herkes kendine özgüdür ama Defne Suman biraz daha kendine özgü… Mütevazi, kibar, iyi bir edebiyatçı, harika bir yoga hocası… Konuştuğumuz andan itibaren birbirimizi sevdik. Hayata dair ortak duygumuz dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin önyargısız duruşumuzdu. Doğan Kitap’tan çıkan son romanı Yaz Sıcağını okuduktan sonra, onu merak etmeye başladım. Araştırınca ilginç bir hikâyeyle karşılaştım. Başkalarının yanıp tutuştuğu iyi bir doktora şansını, iyi bir akademik hayatı elinin tersiyle iterek dünyayı dolaşmaya karar veren bir sosyologdu. Tayland, Laos, Hindistan ve Malezya’da yaşamış, gönüllü sosyoloji öğretmenliği yapmıştı. Bu süreçte yogayla ilgilenmeye başlayarak, hoca olmuş, dünyayı dolaşmaya devam ederken de bir Yunanlıya aşık olmuş. Tüm bu süreçlerin içine de dört kitap sığdırmıştı.
“YAZMAK, OKUMAK, GEZMEK KENDİMİ RAHAT HİSSETTİĞİM ALANLAR OLDU”
Hem çok gezen hem de çok okuyan birisi olduğunu söylüyor Defne Suman bir röportajında… Bu ifadeyi okuyunca aklıma ilk gelense nedense edebiyatın tüm bunların bir tezahürü olabileceği gerçeği oluyor.
“Aslında ilk başta yazmak vardı. Annem bana henüz ilkokul birde bir hatıra defteri almıştı. Buna artık her gününü yazarsın demişti. Belki de yazmak için geziyorum, yazmak için okuyorum. Bana öyle geliyor ki insan ne okursa onu yazar, benim de okuduklarım yazıya dönüşüyor. Yazmayı beslemek için de geziyorum. Yazmakla birlikte okumak ve gezmek de küçüklükten başladı diyebilirim. Bu üçü benim kendimi rahat hissettiğim alanlar oldu. İlk başta bir blokta yoga ve hayatla ilgili yazıyordum. Çok okunuyordu, zaman içinde bunları Kural Dışı Yayınevi’nden çıkan, Mavi Orman isimli bir kitapta yayınladık. Denemelerden oluşuyordu. Ben bu arada blok yazmaya devam ediyordum. Onları yeniden bir araya toplayıp yayın evine gittim. Ancak bu kez ikinci kez benzer kitap basmaya gerek yok cevabı aldım. Roman yazmamı önerdiler. Roman yazarak esas fikirlerini okuyucuya taşıyabilirsin, insanlar roman okumayı severler cevabını aldım. Ben bunu nasıl yaparım diye düşünürken, bir sahneden başladım. Ortaya ilk romanım Saklambaç çıktı.”
Boğaziçi Üniversitesinde Sosyoloji alanında aldığı lisans eğitiminin ardından, aynı üniversitede yüksek lisans da yapan Defne Suman, bir gün aniden uzak doğuya gitmeye karar veriyor.
“Bana çizilmiş bir yol vardı. Tüm ailem akademisyendi. Benim kafamda çok bir şey yoktu. Hayat böyle bir şeydir diyerek, sorgulamadan yaşamıştım. Liseyi bitir üniversiteye git. Onu da bitir sırasıyla yüksek lisans, doktora yap gibi. Doktora için Amerika’dan kabul almıştım. Sosyal antropoloji üzerine yapacaktım. Çok iyi bir okuldan iyi de bir burs almıştım. Parlak bir gelecek beni bekliyordu. Amerika’da kendime ev baktığım o yaz, ilk defa kendimi sorguladım. Bu yol gerçekten benim istediğim yol mu? Gidip yıllarca doktora yapacağım sonra Türkiye’ye dönüp bir üniversitede çalışmaya başlayacağım. Bu muydu istediğim hayat gerçekten emin olamadım ve biraz ara vermeye karara verdim. Korkmuştum belki de, bilemiyorum. Bu süreçte dünyayı gezmeye karar verdim. Kendime gönüllü bir iş aradım. Birkaç ay içinde Tayland’da sosyoloji öğretmenliği yapmaya çağrıldım. Yeni maceram böyle başladı. Nong Khai diye küçük bir şehre yerleştim. Orada yogaya başladım. Üç yıl yoga eğitimim için orada kaldım. Asya’yı gezdim.”
Sosyoloji eğitimi almış olmanın farklı toplumları anlamakta, bunu edebiyatla başka insanlara da aktarabilme yönünde katkılarını düşününce, yazarın kitaplarında benimsediği çizgiyi daha iyi anlıyorum.
“Sosyoloji eğitimi almak benim için çok iyi bir temeldi. Çok severek okudum. Bana geniş bir perspektif sağladı. Toplumun bilinçaltı olduğunu fark ettim, bu bilinçaltının birey olarak bizleri tek tek yönettiğini de zamanla anladım. Toplumun bilinçaltında hepimizin katkısı bulunduğunu, başka toplumlarda yaşasaydık, nasıl farklı bir bilinçaltımız olacağını, hiç de böyle düşünmeyeceğimizi anladım. Sosyoloji bana bu zihin esnekliğini kazandırdı. Edebiyatta ise bu zihin esnekliğinin çok faydasını gördüm.”
“ŞEHİRLERİN TEK ULUSLU, TEK DİLLİ MEKÂNLARA İNDİRİLMESİ BENİ YARALIYOR”
Yazarın son iki romanını okuduktan sonra, Türklerin ve Rumların ortak hikâyelerini, acılarını anlatma yönünde bir eğilimi olduğunu hissediyorum. Emanet Zaman romanında, içinde Türkler ve Rumlar olan bir İzmir hikâyesiyle karşılaşırken, Yaz Sıcağı’nda ise içinde yine Türkler ve Rumlar olan bir İstanbul, Kıbrıs hikâyesiyle sürprizle karşılaşıyorum.
“Ben çocukluğumdan bu yana Rumlarla çok ilgiliyim. Sebebini bilmiyorum ama Büyükada’da büyüdüm, orada iyi bir Rum nüfusu vardı. Ancak ben doğduğumda kalmadı. Geriye sadece yaşlı, parmakla sayılacak nineler, dedeler kalmıştı. Çocuk olarak hissediyordum ki bir şeyler kaybolmuştu. O kaybın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Restoranların isimleri kalmıştı ama insanları gitmişti. Kitapçım vardı, çocuk kitapları alırdım ismi duruyordu Yunanca ama aileye ne olduğunu bilmiyordum. Aya Yorgi tepesine çıkardık, restoranın sahibi Rum bir aileydi ama hep hüzünlüydüler. Ben çocuk olarak, bunları hissederdim. Bunun yanında sanırım bu ilgimin de bir sonucu olarak Yunanlı bir adama aşık oldum. Onunla evlendim. Atina’da yaşıyoruz. Sanırım onun varlığı da bu ilgimi besledi. Yazmaya koyulduğum zaman bu tema kendiliğinden ortaya çıktı. Bu konular Türkiye’de hiç konuşulmayan, tabu gibi üstü kapalı hikâyeler. Türkiye’nin, İstanbul ve İzmir’in kozmopolit dünyası, bilinçli bir proje sonucu yok edilmesi ve şehirlerin tek uluslu, tek dilli mekânlara indirilmesi beni hem yaralıyor, hem de bunu fark etmiş birisi olarak ortaya çıkarma misyonunu da kendime yakıştırıyorum.”
İÇİNDE KIBRIS OLAN ROMAN “YAZ SICAĞI”
İçinde Kıbrıs’tan bir hikâyeye de yer veren yeni roman Yaz Sıcağı’nı da konuşuyoruz, Türkiye’deki Kıbrıs algısını irdeliyoruz.
“Kıbrıs’a geldiğim zaman anladım ki Türkiye’de kimse Kıbrıs’ı bilmiyor. Nasıl bu kitap sırlarla örülü bir aile ise Türkiye de sırlarla örülü bir aile… Tepede devlet baba diye bir baba var. O yaptıklarını bizden hem saklıyor hem de konuşmamızı yasaklıyor ama bir taraftan biz neler olduğunu biliyoruz. Tıpkı her ailenin çocuğu gibi, biz de az çok ne olduğunu biliyoruz, elbette hakkında konuşmamamız gerektiğini de. Ben bunları da, toplumun bilinçaltında kalmış sırları da ortaya çıkarmak istiyorum. İçin için evrendeki varlığımın da bu nedenle olduğunu düşünüyorum.”
“ROMAN GERÇEKÇİLİĞİNİ BİR YERDE KAYBEDERSE, OKURU DA KAYBEDER”
Yaz Sıcağı, başarılı bir kurguyla, hüzünlü ama güzel bir hikâye anlatıyor ama bunun yanında Kıbrıs’a, Kıbrıs’ta yaşananlara dair beklenmedik derecede doğru saptamalarda da bulunuyor. Bir anlamda Türkiye’deki okurlara bilmedikleri bir Kıbrıs’ı anlatıyor.
“Doğrusu çok çalıştım. İzmir’in hikâyesini anlatırken de böyle olmuştu. Sanırım bu benim sosyolojik yönümün, araştırmacı kimliğimden bana kalan bir alışkanlık. Muhakkak ayrıntıların gerçekçi olmasına çok önem veriyorum. Ayrıntı çok basit bir şey de olabilir ama 1971-1974 arasında geçen sahnelerde mesela arabanın arka koltuğunda gerçekten kol koymak için bir yer var mıydı diye o detaya kadar her şeyi araştırıyorum. Çünkü roman gerçekçiliğini bir yerde kaybederse, okuru kaybedersin. Kıbrıs’la ilgili de doğrusu ben neredeyse hiçbir şey bilmiyordum. 1974 doğumluyum, bildiğim 1974 yılı eşittir Kıbrıs harekâtıdır, işte o kadardı. Kitapları ben yazarken biraz da kendi yollarını kendileri buluyorlar. Hadi bir de Kıbrıs romanı yazayım diye yazmaya başlamıyorum. Ben aslında bir kadın ve bir erkeğin yasak aşkını anlatmak üzere kitaba başladım. Erkek Petro çıktı. Onun Kıbrıslı olduğu ortaya çıktı. Bir babanın varlığı ortaya çıktı. Babanın Kıbrıs’a gittiği anlaşıldı. Tüm bunlar ben yazarken aklıma üşüşen fikirlerdi. Elbette bu fikrin ardından Ada’ya geldim. Kaldım. İnsanlarla konuştum. Onları dinledim. Okumalar yaptım. Savaşı yaşayanlarla da konuştum.”
“KIBRIS’IN TÜRKİYE, YUNANİSTAN UZANTISI KONUSUNA İNDİRGENMESİ ÇOK ACI”
Kıbrıs’a çok gelip giden, Kıbrıslılarla konuşan, Yunan ve Türkleri yakından tanıyan yazara, elbette Kıbrıs’a dair fikirlerini, gözlemlerini de soruyorum. Gülümseyerek anlatıyor…
“Kıbrıs çok kendine has bir yer. Ben hem İstanbul’da hem de Atina’da yaşıyorum. Dolayısı ile hem Türk hem de Yunan toplumu hakkında bilgi sahibiyim. Ama Kıbrıs gerçekten kendine has bir bütünlüğe sahip... Türkiye’nin veya Yunanistan’ın bir uzantısı konusuna indirgenmesi çok acı, büyük bir kayıp. Her iki taraftaki insanlarda yeniden buluşma, birleşme ve ikizini bulma özlemini fark ediyorum. İki toplumun birbirine kavuşma hasreti duyan bu insanlarını düşmanlığa veya ayrılığa kışkırtma çabaları çok acı. Burada biraz İngiliz havası da var. Ada tadı var, Osmanlı ve Rum izleri var. Bu birleşim dünyanın hiçbir yerinde yok. Kıbrıs nüfus ve kültür olarak çok değerli bir kara parçası. Daha çok bilinse, insanları özgürleşip kendilerini ifade edebilse dünyaya çok şeyler kayabilecek bir ülke burası.”