Değişen Dünyada 2019 ve Ötesi
Ne var ki, ekonomi uzmanlarının 2019’dan beklentileri çok da parlak değil. Bunun en büyük sebebi de Amerika’da Trump yönetiminin başlattığı ticari savaşlar.
Yonca Özdemir
[email protected]
Bir yılı daha geride bıraktık. Yeni yılın bize neler getireceği konusunda şüphelerimiz var. Genelde Kıbrıs’taki, Türkiye’deki ve yakın çevremizdeki gelişmeler bizi en çok ilgilendirse de dünyanın nereye doğru gittiği sorusu da kafalarımızı kurcalamakta. Her sene içinde bulunduğumuz yıl bitmek üzereyken öğrencilerle hem geçtiğimiz yüzyılın, hem de geçtiğimiz yılın bir değerlendirmesini yapar, mevcut trendlere bakarak geleceği tahmin etmeye çalışırız. Öğrencileri oldukça heyecanlandıran bu pratiği şimdi de bu yazıda yapmaya çalışacağım ki hem 2018 yılını değerlendirirken, hem de 2019’un neler getireceğini hesaplamaya çalışırken bulunduğumuz bu dönemi tarihsel sürece doğru bir şekilde oturtabilelim.
***
Çok ünlü bir siyasal iktisatçı olan Susan Strange, 1999’da ölmeden önce yazdığı son makalesinde, tüm olumlu değişimlere rağmen yirminci yüzyılın sonunda dünya sisteminin hâlen üç konuda başarısız olduğunu ve büyük ihtimalle bu başarısızlıkların bu sistemin sonunu da getireceğini yazmıştı. Neydi bu üç sorun? Finansal istikrarsızlık, doğanın tahribatı ve yoksulluk-eşitsizlik (1). Bugün neredeyse yirmi sene sonra dünyamıza baktığımızda hâlâ daha aynı noktada olduğumuzu görmek ne üzücü!
Finans için neoliberal ekonomik düzenin yumuşak karnı diyebiliriz. Dünya ekonomisi 1970’lerde krizdeyken üretim sektöründe kâr payları düşmekteydi. 1980’lerde sistem neoliberalizme evrilirken finans piyasalarını serbestleştirme IMF ve Dünya Bankası tarafından en önemli ekonomi politikası olarak desteklendi, çünkü finansal piyasalar yeni kâr alanları sağlayıp kapitalist birikimin devamını sağlayabilecekti. Ancak gittikçe serbestleşen finansal piyasalar ve finansallaşma ile dünya ekonomisi çok daha istikrarsız bir niteliğe büründü. 1992 Avrupa Para Sistemi krizi, 1994 Meksika tekila krizi, 1997 Asya krizi, 1998 Rusya krizi, 1999 Brezilya krizi, 2001 Türkiye ve Arjantin krizleri derken finansal krizler ardı ardına geldiler. Sonunda 2007-2008’deki küresel kriz ile finansal serbestlik daha çok sorgulanmaya başladıysa da, hâlâ daha istikrarlı ve kontrollü bir uluslararası finansal sisteme geçilmedi. Bugün hâlen sermaye hareketlerini uluslararası çapta kontrol etmeye ve istikrarlı bir hale getirmeye yönelik hiçbir ciddi girişim yoktur. Nitekim 2018’de Arjantin ve Türkiye yine krize girmiştir ve Brezilya ve Güney Afrika da sırada beklemektedir.
İkinci probleme gelirsek, Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre dünya nüfusunun yüzde 18’i günde 1,25 doların altında bir gelire sahip. Dünyanın yarısı günde 2,5 dolar gelirle geçinmeye çalışıyor. 805 milyon kişinin yeterli yiyeceği yok. Dünyadaki en zengin 358 kişinin toplam geliri en yoksul 2,5 milyar insanın toplam geliri ile aynı. Dünya sağlık ve eğitim göstergelerinde ilerlemeler sağlandıysa da yoksulluk oranlarını düşürmede fazla başarı sağlanamadı ve dünya 2019’a da aynı şekilde giriyor. İşin kötü yanı nüfusu en hızlı artan ülkeler aynı zamanda dünyanın en yoksul ülkeleri. Dolayısıyla, en yoksul ülkelerde yoksulluğun azalmasını bırakın, ellerindeki kaynakların daha fazla insan arasında bölüştürülmesi söz konusu.
Üçüncü soruna, yani çevre sorununa gelirsek, ne yazık ki o konuda da çok iç açıcı gelişmeler yok. 1997’da imzalanan Kyoto Protokolü ile gelişmiş ülkeler karbon emisyonlarını azaltmayı taahhüt etmişlerdi. Ancak en çok karbon emisyonu üreten ülke, yani Amerika, anlaşmaya taraf olmayınca zaten etkisi oldukça azalmış olan Protokol karbon emisyonlarını ve dolayısıyla küresel ısınmayı azaltmayı başaramadı. 2012’de Kyoto Protokolünün süresi dolunca birkaç sene başarısızca BM İklim Değişimi konferanslarında bir araya gelen dünya devletleri, sonunda 2015’te uzlaşarak Paris Anlaşmasını imzalamayı başardılar. Bu anlaşma sadece gelişmiş değil gelişmekte olan ülkeleri de bağlayıcı bir anlaşmaydı. Ancak ne yazık ki çevre konusunda devletler birbirleriyle işbirliği yapmak yerine kısır siyasi ve ekonomik çıkarlarına göre hareket etmeye devam etmekte. Önce 2017’de Trump Amerika’nın anlaşmadan çekileceğini açıkladı, şimdi de Brezilya’nın yeni seçilen başkanı Bolsonaro Brezilya’nın anlaşmadan çekileceğini ve Amazon yağmur ormanlarını tarım, hayvancılık ve madencilik sektörlerine açacağını söylüyor. Yani çevre konusunda da geleceğe baktığımızda iyimser olmak mümkün değil.
***
Bu değişmeyen problemlere rağmen dünyada önemli değişimler olduğunu da söylemeliyim. Aslında dünya ekonomisinde ciddi güç kaymaları olduğuna tanıklık etmekteyiz. Bugün dünyadaki en büyük yirmi ekonomiden dokuzu gelişmekte olan ülkeler; Çin, Hindistan ve Brezilya en büyük ilk on ekonomi içinde. En geç yirmi sene içinde Çin’in Amerika’yı da geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olması bekleniyor. 2018’de gelişmekte olan ülkeler ortalama olarak yüzde 4,7 büyürken, gelişmiş ülkeler sadece yüzde 2,4 büyüme kaydettiler. 2019 için de beklentiler aynı (2). Ancak, belki dünya ekonomisindeki bu gelişmelere sadece devlet merkezli yaklaşmamak gerekir. Çünkü aynı zamanda 500 şirket dünya ticaretinin yüzde 70'ini ve dış yatırımının yüzde 80’ini kontrol ediyor. Devletlerin piyasalardan ellerini çekmesi ile daha rahat at koşturan uluslararası şirketler beğenmedikleri ya da yeterince cazip bulmadıkları ülkelerden sermayelerini çekip kendilerine daha iyi olanaklar sunan ülkelere yatırım yapıyorlar. Dahası, yatırım yaptıkları ülkelerde yerel ve bölgesel şirketlerle çeşitli ortaklıklara girip dünya üretiminin uluslararasılaşmasını ve küresel değer zincirlerinin (global value chains) oluşmasını sağlıyorlar. Yatırım almak isteyen ülkeler ise “rekabetçi devlet” anlayışı ile yabancı sermayeyi çekmek için ellerinden geleni yapmaktalar.
Ne var ki, ekonomi uzmanlarının 2019’dan beklentileri çok da parlak değil. Bunun en büyük sebebi de Amerika’da Trump yönetiminin başlattığı ticari savaşlar. Özellikle bu sene Trump, seçmenlerine söz verdiği gibi, önce NAFTA anlaşmasını değiştirdi, sonra da Çin’den gelen ürünlere karşı yüksek gümrük tarifeleri koydu. Bunun üzerine Çin de bazı Amerikan mallarına karşı gümrük tarifeleri koydu. Bu iki ülke geçtiğimiz ay Buenos Aires’te yapılan G-20 toplantısında bu gümrük tarifelerini 90 günlüğüne erteleme kararı alarak şimdilik geçici bir ateşkes yapmış olsalar da, 2019’da durumun ne olacağı belirsiz. Öte yandan İngiltere de Avrupa Birliğinden çıkışını nasıl gerçekleştireceği konusunda tamamen bir çıkmaza girmiş durumda. Peki, yakın zamana dek hızla küreselleşen dünyadan bahsederken neden şimdi ticari savaşlardan ve Avrupa Birliğinin dağılmasından bahsetmeye başladık acaba?
***
Yine benim derslerime dönecek olursak, son dersin son tartışması olarak öğrencilerle önümüzdeki yıllarda hangi gelecek senaryosunun daha olası olduğunu konuşuruz. Genelde üç farklı senaryo ağırlıklı olarak gündeme gelir: Amerika’nın liberal hegemonyasının devamı, küresel sınıf savaşı ve milliyetçiliğin geri dönüşü. Küresel krize dek tartışmalarda Amerika’nın liberal hegemonyasının uzun bir süre daha rakipsiz şekilde devam edeceği fikri ağır basardı. Küresel krizden hemen sonra ise küresel bir sınıf savaşı fikri sadece sınıfta değil, konunun uzmanları arasında da en popüler senaryo olmuştu. Krizin hemen ardından ortaya çıkan “Occupy” hareketi bu tezi doğrularcasına bazı radikal değişim yanlılarını heyecanlandırmıştı. Ancak bu heyecan çok da uzun sürmemiş, Occupy hareketinin kendisi gibi ciddi bir sistemik değişim beklentisi içinde olanların hevesi de kısa sürede sönmüştü. 2010’ların ilk yarısında genel kanı, biraz daha hegemonyası zayıflamışsa da, yine liberal sistemin devam edeceği yönündeydi. Çünkü ekonomik serbestleşme dalgası nedeniyle 1980 öncesi döneme kıyasla işçi sınıfı hem yapısal olarak sermayeye kıyasla oldukça zayıflamış, hem de örgütsel kapasitesini kaybetmiş durumdaydı. Yani karar alma süreçlerinde etki edip sistemde değişiklik yapabilecek güce sahip değildi. Dolayısıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki Occupy protestolarına rağmen dünya sisteminde fazla bir değişiklik olmadı. Ancak her şey eskisi gibi de olmadı. Özellikle 2016 yılından itibaren popülist ve milliyetçi akımlarda görülen artış, aslında sistemin sola değil iyice sağa evirildiğinin habercisi oldu. Nitekim krizin siyasi açıdan ucuz atlatıldığını sananlar yanılmışlardı. Krizin siyasi boyutları aslında daha yeni başlıyordu. Macaristan’da Orbán, Türkiye’de Erdoğan, Hindistan’da Modi gibi liderler ile sağ popülizmin yükselen ekonomilerde gittikçe kabardığı ortadaydı, ama kimse durumun ciddiyetini henüz kavrayamamıştı. Daha sonra 2016’da dünya kamuoyu önce Brexit referandumu ile şaşkınlığa düştü ve bu şaşkınlığı atlatamadan Trump’ın Amerika başkanlık seçimini kazanması da yeni bir şok dalgası yarattı. Sonra 2017’de Fransa’da zor bela savuşturulan Le Pen tehlikesini Almanya seçimlerinde faşist partinin yükselişi izledi. Sonuçta bugün üçüncü senaryonun, yani milliyetçiliğin geri dönüşünün yaşandığı bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz. Sarı yelekliler protestosunun Macron’a geri adım attırmış olması dahi bu iddiayı çürütmüyor. Aksine, yükselen popülizme ve sağ milliyetçiliğe karşı Avrupa’nın içini rahatlatan tek lider olan Macron’un yönetimindeki Fransa’da bu kadar büyük çaplı ve uzun süreli protestolar olması hiç de hayra alamet değil; çünkü Macron kaybettiğinde kimin kazanacağı aşikâr.
Peki, küreselleşen piyasalar ulusal sınırları ve devletleri bu kadar işlevsiz hale getirmişken niçin milliyetçiliğe eğilim tekrar yükselişte? Bu soruyu sadece küresel krizin henüz bitmeyen olumsuz etkileri ile açıklamaya çalışırsak çok eksik bir açıklama yapmış oluruz, çünkü bu sorunun cevabı aslında dünyadaki çok daha derin ve uzun dönemli değişimlerle açıklanabilir. Öncelikle yukarıda da belirttiğim gibi, gelişmekte olan ülkelerin toplam üretim ve ihracatının hızla büyümesi ile dünya ekonomisinin gidişatını daha çok gelişmekte olan ülkeler belirlemeye başladı. Artık dünya ekonomisinde ağırlığın üçüncü dünya ülkelerinde olduğu bir döneme giriyoruz. Bu da takdir edersiniz ki çok önemli bir küresel güç kaymasıdır. Ancak üç konuya dikkatinizi çekerek bu değişimden çok da heyecanlanmamak gerektiğini iddia edeceğim.
Öncelikle, dünya ekonomisinde gelişmekte olan ülkelerinin ağırlığı artıyor derken aslında ağırlığı artan ülkelerin sadece 13-14 ülke olduğunu, hatta bunların içinde düzenli olarak büyüyen ve dünya ekonomisine etki edenlerin sadece Asya ülkeleri olduğunu, hatta çoğu trendi aslında Çin’in yarattığını söylemek mümkün. Çin’i çıkardığımızda dünyada ne önemli bir büyüme, ne önemli bir ticaret artışı, ne de yoksulluk oranlarında ciddi bir düşüş bulabilirsiniz. Yani dünyadaki güç kaymasını daha çok Çin’in güçlenmesi şeklinde yorumlayabiliriz. Diğer gelişmekte olan ülkelerin, özellikle de Afrika ülkelerinin durumunda ise neredeyse hiçbir değişiklik yoktur. Yani dünya ülkeleri arasındaki eşitsizlik halen azalmamıştır ve güç kayması gelişmiş ülkelerden gelişmekte ülkelere doğru olmaktan ziyade Batı’dan Doğu’ya doğru gerçekleşen bir kaymadır.
İkinci olarak, Çin ve benzeri diğer Asya ülkeleri kapitalist sisteme entegre olmakla birlikte devlet güdümlü ve devlet destekli bir kapitalist modele sahipler. Bu tip bir kalkınma modeli neoliberal ideolojiyle uyuşmazlık içindedir. Sonuçta Çin ve Çin tarzı politikalar izleyen ülkeler birtakım neoliberal politikalarla çelişen politikalar uygulamaları sayesinde başarıyla büyümekteler. Bu durum kalkınmaya çalışan diğer ülkelere örnek olarak neoliberalizmin meşruiyet krizine katkıda bulunmaktadır. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler, başta Amerika olmak üzere, kendi kurdukları ve yakın zamana dek en çok kendilerine yarar sağlayan liberal dünya düzeninin artık kendilerine yeterince fayda sağlamadığını fark etmeye başladılar. Çin, 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne girdiğinden beri hızla ticari açığı artan Amerika’nın bu açığını da çoğunlukla yine Çin yatırımları karşılamaya başladı. Yani dengeler tersine dönmekte. Öte yandan da üretim sektörü yatırımlarının devasa bir ucuz işgücü ordusuna sahip olan Çin ve benzeri ülkelere kaçıyor oluşu Amerika gibi gelişmiş ülkelerde üretim sektöründe çalışanların yoğun olarak işlerini kaybetmelerine yol açmakta. Sonra hizmet sektöründe aynı ücretlerle, benzer koşullarda iş bulamayan kitleler de kendilerine üretim sektöründe istihdamı tekrar artırma, Çin’e gümrük vergileri uygulama ve göçmenleri ülkeden uzak tutma sözleri veren Trump gibi bir popülisti destekleyip iktidara getirdiler. Sonuçta yükselen ekonomilerin devlet destekli büyüme tarzına ve merkantilist tavırlarına tepki olarak gelişmiş ülkelerde milliyetçi akımlar güçlenmeye başlamış oldu. Yani bugün belki de dünya kapitalizminin liberal küreselleşme evresinden çıkıp tekrar merkantilist bir evreye girmekte olduğuna tanık olmaktayız.
Üçüncü olarak, Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin dünya üzerindeki ağırlığının artmasını dünyada ilerici, sistem karşıtı bir gelişme, ya da emperyalizme karşı kazanılmış bir zafer gibi görüp alkışlamak da hatalı olacaktır. Bu ülkelerin zaten ekonomik küreselleşmeye ve dünyanın şimdiki ekonomik yapısına karşı pek bir itirazları bulunmamaktadır. Bu sistemden kendileri de nemalanmaktadır. Dolayısıyla sistemde ağırlıkları arttıkça sistemin yapısında ciddi bir değişim isteyecekleri sinyalini de vermemektedirler. Aksine, tıpkı gelişmiş ülkelerin asırlardır yaptıkları gibi, güçlendikçe mevcut sisteme daha çok uyum sağlamaları ve hatta kendi çıkarlarını gözeterek kendilerinden daha az gelişmiş ülkeleri sömürmeleri daha olası. Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar ve kurduğu ekonomik ilişkiler de buna işaret ediyor. Ayrıca, demokrasi ve insan hakları gibi konularda oldukça gerilerde olan bu tip ülkeler dünyada daha çok egemen oldukça onların izleyeceği siyasi politikalar da oldukça endişe verici olabilir. Bugün bir yanda demokrasi yoksunu hızla büyüyen gelişmekte olan ülkeler var, diğer yanda demokrasisi tehlikeye girmeye başlamış olan gelişmiş ülkeler. Yani, siyasi açıdan liberal dünya düzeninin devam edip edemeyeceği oldukça belirsizleşmiş durumda.
Özetle, 2019 ve daha ötesinden çok olumlu beklentiler içinde olmak mümkün değil. Aslında bugün içine sürüklendiğimiz popülizm, ırkçılık, milliyetçilik ve merkantilizm kokan senaryoyu bu dünya daha önce de görmüştü ve sonra bu kâbustan çıkmak için korkunç bir dünya savaşının yaşanması ve milyonlarca insanın savaşta ya da toplama kamplarında ölmesi gerekmişti. Umarım bu sefer barışı ve refahı savaşlar ve toplama kampları olmadan yakalarız ve dünyayı hem eşitçe, hem de doğasını katletmeden paylaşmayı başarırız. 2019’dan dileğimiz bu olsun. Mutlu yıllar!!!