Dekadans döneminin küresel ve yerel göstergeleri ya da kaybettiklerimiz
Çöküş veya düşüş sadece bir alanla sınırlı değil, yaşamın birçok alanında karşımıza çıkmaktadır. Nereye bakarsanız bakın, insana dair her faaliyet alanında açık veya örtük olarak dekadans kendini hissettirmektedir.
Bülent Evre
[email protected]
“Dekadans” sözcüğü, esasen Fransızca kökenli olup düşüş veya çöküş anlamına gelmektedir. Özellikle sanat ve edebiyat alanında kullanılan bu kavramı, kendi özgül bağlamından çok şu an içinde yaşadığımız çağı nitelemek için semantik anlamda kullandığımı belirtmeliyim. Bu çerçevede gerek küresel gerekse yerel düzeylerde tecrübe ettiklerimizin niteliğinin, değerinin veya standardının göreli olarak düşüş sürecinde olduğunu ve en olumsuz tarafının da giderek “insan onuru” anlayışından uzaklaştığımızı tarif etmek için “dekadans dönemi” kavramlaştırmasına başvuruyorum.
Çöküş veya düşüş sadece bir alanla sınırlı değil, yaşamın birçok alanında karşımıza çıkmaktadır. Nereye bakarsanız bakın, insana dair her faaliyet alanında açık veya örtük olarak dekadans kendini hissettirmektedir. Bu yazıda dekadansın; dilsel/zihinsel, kültürel-sanatsal ve siyasal alanlardaki dışavurumlarının hem küresel hem de yerel ölçeklerde nasıl karşımıza çıktığını göstermeye çalışacağım.
Dilsel/Zihinsel Dekadans
En genel düzeyde dil kullanımını ele alalım; dili sadece insanların birbirleriyle kurdukları bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda zihniyeti, hatta gerçekliği inşa aracı olarak düşünürsek, özellikle kamusal alanlardaki dilin giderek kabalaşması, argolaşması, gündelikleşmesi veya dilbilgisi hatalarıyla yüklü olması, aslında bir yönüyle dilin niteliğinin düşüşünün, diğer yönüyle de zihinsel algı ve anlamlandırma biçimimiz ve gerçekliğimizin yüzeyselleştiğinin alameti olarak değerlendirilebilir.
Kamusal alandaki dilin gündelikleşmesine ilişkin eğilimlere ülkemizde de rastlamak mümkündür. Özellikle siyasal söylemden ve sivil söylemden birer örnek vermek gerekirse, 2000’li yılların başlarında, Annan Planı olarak bilinen BM’nin Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin taraflara sunduğu önerilere ilişkin başlatılan kampanya dönemi epey bereketliydi. Özellikle halkın gündelik diline yerleşen “Yes be annem!” ifadesi, bu dönemde Planı destekleyenlerin siyasal sloganı haline gelmişti. Keza sivil toplumdan başka bir örnek vermek gerekirse, bir sendika başkanının, hükümete yönelik ısrarlı taleplerini “bulacan annem, verecen annem!” sözleriyle iletmesi hala tedavüldedir.
Kültürel ve Sanatsal Dekadans
Küresel düzeydeki kültürel dönüşüm sürecine bağlı olarak “yüksek kültür” ile “popüler kültür”arasındaki ayrımın silikleşmesi, postmodern kültürün belirgin özelliklerinden biri olarak kabul edilirken; bunu, bir kültürel dekadansın kırılma noktası olarak düşünmek de mümkündür. Kaldı ki içinde yaşadığımız kültürel vasat, elit kültürü ile kitlesel kültür ayrımının silinmesinin ötesinde, her şeyin popüler kültürün parçası haline gelmesi ve bizzat bu kültür içerisindeki yüzeyselleşmenin katmerleşmesiyle dikkat çekmektedir. Buradaki “yüzeyselleşme” ile kültürel üretim veya tüketim sürecinde eğitimi devre dışı bırakan, dolayısıyla sofistike teknik, bilgi yerine, salt ticari motifle ve kitle iletişim araçları üzerinden kitleye ulaşmayı hedefleyen standartlaşmış, basma kalıp, gelip geçici ve yavan formların tümüne gönderme yapıyorum.
Örneğin resim sanatından Dadaizm, Sürrealizm, Kübizm gibi avangard akımların ortak özellikleri, ressamın söyleyecek ve resmedecek bir şeyinin olması, yani bir misyonunun olması; her birinin özgün olması ve sanat tüketicisinin sanat eserinden alacağı estetik zevkin, belli bir düzeyde eğitime bağlı olmasıydı. Buna karşılık 1960’lardan sonra gelişen Pop Art akımı, resim sanatını bir anlamda kitlelerin tüketimine açtı ve özgünlükten ve derinlikten yoksun, gündelik olanla fazla meşgul olan bir yüzeyselliğe indirgedi. Bugün resim alanında da orijinal formların tükenmişliği ve estetik tıkanıklık karşısında, ya tarzların iç içe geçtiği formlar ya da nostaljik yeniden üretime başvurularak taklit formlarla üretim yapılmakta ve tüketime açılmaktadır.
Benzer bir biçimde, orijinal formlar üretme açısından yaşanan estetik tıkanıklık, müzik alanında da açıkça duyumsanabilmektedir. Akademide yaygın bir ayrım, klasik müzik ile popüler müzik arasında yapılmaktadır. Sanatsal dekadans bakımından bu ayrım bir yana, bizzat popüler müziğin kendi içinde, özellikle pop müzik ile blues, rock ‘n’ roll, jazz, soul ve rock gibi diğer türler arasında bariz bir ayrım, hatta kopuş oluşmuştur. Buna göre pop müzik diğer türlerden ayrılarak, medya maharetiyle ve kitleleri fethederek ticari başarıya ulaşmayı öncelikli hale getirmiştir. O bakımdan gerek kullanılan form gerekse içerik açısından pop müziğin, hakim müzik türü olarak kitleleri kuşatması, bir tür dekadans durumuna işaret etmektedir. Bu türün kullandığı iki-üç akorlu kalıplar ve içerdiği bütünlükten yoksun şizofrenik sözler, kitlelerin kolayca kulağında kalabilecek ve onları yakalayabilecek bir estetik düzeye karşılık gelir. Ayrıca pop müzik tıkandığı momentte, nostaljiye başvurarak, eski formları yeniden üretmekte ve piyasadaki varlığını sürdürebilmektedir.
İzole olduğunu iddia ettiğimiz Kıbrıs Türk toplumu da pop müziğin hakim konumundan bağışık değildir. Türler arasında giderek bir ayrışma gerek müzisyenler gerekse dinleyiciler arasında oluşmakla birlikte, pop müziğin etkileri daha çok Türkiye üzerinden ülkemizde de hissedilmektedir. Ancak toplumsal statü sorunumuza bağlı olarak Kıbrıslı sanatçılara gösterdiğimiz ilgi ve değer, yine ancak Türkiye’de popülarite kazanması ölçüsünde karşılık bulmaktadır. Hatta bir dönem daha özgül besteler üretilirken, iletişim teknolojilerinin gelişimine bağlı olarak yoğunlaşan etkileşimle daha çok Türkiye’deki pop müziği taklit ederek üretim yapmak, Kıbrıslı Türk dinleyiciler tarafından da kabul görmektedir. O kadar ki şarkı okuma üslubunda bile şan tekniği bir yana, ağzın içinde bir şey çiğnercesine artiküle edilen seslerin taklidine kadar, Türkiye’deki “yeni” popçular emsal oluşturmaktadır.
Siyasal Dekadans
Siyasal tecrübelerimiz de değersizleşme ve yüzeyselleşme eğilimlerinden bağışık değildir. Soğuk Savaş sonrasında siyasal ideolojilerin ölümünün ve özellikle (neo-)liberalizmin zaferinin ilan edilmesi, sadece reel sosyalizmi değil, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batılı ülkelerde bir uzlaşma olarak benimsenen sosyal demokrat ve refah devleti anlayışını da ıskartaya çıkarmıştır. Bununla birlikte insan hakları ve demokrasi söyleminin 1990’lardan sonraki yükselişi de 2000’li yılların başında irtifa kaybederek, yerini 9/11 Eylül tarihiyle simgeleşen güvenlikçi ve giderek otoriterleşen politikalara bıraktı. Diğer yandan sistemi dönüştürmesi beklenen sol partiler de merkez politikalar benimseyerek veya sağ politika gündeminden etkilenerek alternatif politikalar üretemediler; örneğin kapitalist dünya sisteminden kaynaklanan krizlere ilişkin ekonomi-politik anlatılar geliştiremediler. Bu bağlamda sistem karşıtı tepkilerin yeni taşıyıcıları olarak ise popülist liderler ve partiler peydah oldu.
Popülist partilerin soyut bir halk söylemine eklemledikleri anti-göçmen, anti-sığınmacı, anti-mülteci, veya cinsiyetçi motiflerle küresel ölçekte giderek güç kazandıklarına ve iktidar yollarını döşediklerine tanık olmaktayız. ABD’deki 2016 Başkanlık seçimlerinde Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak kazanması, Almanya’da Meuthen liderliğindeki Almanya İçin Alternatif(AfD) partisinin 2017’deki seçimlerde ulaştığı oy oranıyla ilk kez Federal Parlamento’ya girmesi, Avusturya’da 2017’deki seçimlerde oylarını artıran Strache liderliğindeki Özgürlük Partisi(FPÖ)’nin, merkez sağdaki Avusturya Halk Partisi(ÖVP) ile koalisyon hükümeti kurması, Fransa’daki 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ulusal Cephe lideri Le Pen’in kazanan Macron’u zorlayarak seçimi ikinci sırada bitirmesi, Hollanda’daki 2017 seçimlerinde Wilders’in lideri olduğu Özgürlük Partisi (PVV)’nin oy oranını artırması, İtalya’daki 2018 seçimlerinde Di Maio liderliğindeki Beş Yıldız Hareketi(M5S)’nin en yüksek oyu alması ve İtalya’nın diğer bir aşırı sağcı partisi olan Kuzey Ligi ile koalisyon hükümeti kurmaları, Macaristan’da 2010 yılından beri iktidarda olan Orban liderliğindeki Genç Demokratlar Partisinin 2018’deki seçimlerde oylarını artırarak yeniden kazanması, Polonya’da 2018 seçimlerinde Kaçinski liderliğindeki Hukuk ve Adalet Partisi(PİS)’nin birinci parti çıkması gibi popülist parti örnekleri, sistem karşıtı tepkilerin adresi olarak otoriterliğin, yeni ırkçılığın, milliyetçiliğin, yabancı düşmanlığının ve cinsiyetçiliğin yükseldiği ve bununla ters orantılı olarak insan hakları ve demokrasi gibi değerlerin düştüğü veya değersizleştiği bağlama işaret etmektedir.
Dünyadaki popülist partilerin giderek yükselmesine benzer süreçler ülkemizde de yaşanmaktadır. Diğer popülist partilerle, bire bir aynı olmasa da “halk” söylemiyle diğer siyasi elitlere karşı olmaları, sistem karşıtı iddiaları ve sağ-sol ayrımını reddetmeleri bakımından Halkın Partisi ile Yeniden Doğuş Partisi’nin popülist söylemlerle örtüştüğü söylenebilir. Nitekim her iki parti de yeni kurulmuş olmalarına rağmen, Ocak 2018 Genel Seçimlerinde Halkın Partisi aldığı %17.1 oy oranıyla CTP-HP-TDP-DP koalisyon hükümetinin ikinci ortağı olurken, Yeniden Doğuş Partisi de %7’lik oy oranıyla Meclise girmeyi başarmıştır.
Öte yandan ülkemizdeki diğer siyasal partilere baktığımızda, sağ partilerin küresel ölçekteki neo-liberal politikaları, Türkiye üzerinden ithal ettiklerini, sol partilerin ise alternatif üretemeyerek, var olanı korumaya yönelik bir refleks geliştirdiklerini görüyoruz. Önümüzde biriken yapısal sorunlarımıza yönelik sistematik reformları hala hayata geçirmekten geri durarak, günübirlik, gündelik veya geçici olana öncelik vermemiz, bize çok şey kaybettiriyor.