Dellallar dönemi…
BAF’TAN HATIRALAR…
Ulus IRKAD
Dellallar 1970’li yıllara kadar iş gördü toplumumuzda. O zamanlar daha medya bu kadar güçlü ve de etkin değildi. İnternet de yoktu. 1963 öncesinde eline hiç mikrofon veya miyafon dediğimiz şöyle son zamanlarda elektrikli ama belki de o zamanlar sadece huni şekliyle iş görüp, sesi daha fazla duyurabilmek için kullanılan ve kalabalıklara daha da seslenebilmeye yarıyan aletler vardı. Ama tellallar onu da kullanmazlardı. Benim hatırladığım dellal olarak önceleri sineması olup da yoğurtçuluk ve de dondurmacılık da yapan Atıf Dayı vardı ki sonraları onun ses telleri tahrip olmuş ve emekliye ayrılmıştı. Sedat Ötün, Mustafa Baflı, Ali Çürük ve Atıf Dayı önceleri Mescid’de (Kanlı Mescid olarak da 1963’te isim yaptı) olup daha sonra fanatik ve resmi Kıbrıslırum silahlı güçler tarafından işgal edilen “Yeşilova” adlı sinemada ortaktılar. 1963 öncesi sinema olacağında ki her gece film gösterilirdi, dellallardan Deli İzzet denilen İzzet dayı (Dindiç) ve de ip ince zayıf, yüzü tipik köse suratlı olan, yanaklarında sakal bitmeyen ince sesli Ramadan Katil vardı. İzzet Dayı veya Ramadan Katil, 1963 öncesinde muhakkak belli harçlıklar alıp tüm Baf mahallelerini gezerek var güçleriyle Yeşilova Sinemasının filimlerini bağırarak anons ederlerdi. Katil’in sesi daha ince, İzzet Dayı’nınki ise daha tiz ve de Davudi idi. Şunu da ekleyeyim Baf’ta iki tane de (Bir tanesinin adı Attigon diğerinin de Titanya idi) Kıbrısrum Sineması vardı ki bunlar da Türk emlaki üzerinde kuruluydu ve Kıbrıslıtürklere kira verirlerdi.
-Dikkat dikkat! Bu akşam Yeşilova Sineması’nda Türkan Şoray ve Göksel Arsoy’un birlikte paylaştıkları….., veya
-Bu akşam Yeşilova Sineması’nda kartopu dombula eşliğinde iki film bir arada:
John Wayne’nin Kovboy filmi ve Ayhan Işık’ın Fatma Girik’le birlikte oynadıkları bir Türkçe bir de İngilizce film var, halkımıza duyurulur…
İzzet Dayı ezbere okurdu bunları ama Katil muhakkak bir sigara kağıdına yazardı söyleyeceklerini. İzzet Dayı, Dellallık yanında eline geçen fırsatlarla başka işler de yapardı. Dondurmacılık veya seyyar köftecilik (Bulgur köftesi) de elinden gelirdi. 1963 öncesinde bunlar yapılırken, 1964 sonrasında Mücahitlik de bir meslek haline gelmişti. Tabi, 1963 öncesi Katil de vardı piyasada da Katil, hem köse hem de çelimsizdi. Yani Mücahit de alınmamıştı anımsadığıma göre. Ama Katil de dellallık mesleğine bir de evlenme ve sünnet törenlerini bildirmeyi eklemişti. Hatta bazen zavallı Katil, düğünlerde oynamayı da vazife görerek davul ve zurna eşliğinde o çelimsiz ince uzun ve de köse suratıyla göbek atar, bu yüzden sünnet veya düğün sahiplerinden bahşiş de alırdı. Geçincesini öyle sağlardı herhalde. Davul’u ekmekçi Yero, zurnayı da Çavuş Dayı çalardı. Yero ve Çavuş Dayı’nın anılarını da başka bir öyküye saklayayım. İzzet Dayı’yı 1963 sonrasında Mücahitlik yaparken gördüm de zavallı Katil’in mücahitlik yaptığını göremedim. O bir şeyler yapıp bahşiş kazanıp öyle hayatını kazanmaktaydı.1963 öncesinde Katil’in bu zavallı hali merağıma dokunmuş olacak ki o zamanlar ona Mutallo’da evimizin (Albayrakların veya Sinanların evi) önünden geçerken sormuştum:
-Katil abi senin kimin kimsen var mı?, diye. O zaman Katil’in gözlerinin yaşlanarak bana anlattığı hayatını hiçbir zaman unutamadım.
-Annem babam herkes ölü. Kimim kimsem yok. Baf’ın Karabetça ailesinden yetişirim. Bir barakada yaşıyorum. Hayatımı da dellallık yaparak kazanıyorum. İzmir’de bir kardeşim var. Arada sırada bana para gönderir, ben de onu görmeye giderim, demişti.
Ramadan Katil’in, kışın, üzerinden hiç çıkarmadığı bir kirli pardesüsü vardı, hep de onu giyerdi kış geldi mi… Yazın da kısa kollu bir gömlek ve yıpranmış bir pantolon… Ha, arada sırada ölenlerin atılacak giysileri de Katil’in işini görmez değildi. Bahşişler ve ölenlerin giysileri…
Yalnız onu da belirteyim; Katil ve İzzet Dayı, 1963 sonrasında Baf’ın daracık Türk Bölgelerine çekildiğimizde artık Yeşilova değil, “Baf Cengiz Topel” Sineması diyerek anonslarını ayarlayacaklardı. Olayların hemen akabinde Mutallo kayalıklarının üzerinde Yeşilova’nın ortakları yeni bir sinema inşa edeceklerdi (Ortaklar arasında rahmetli Eşref Dayı’yı da hatırlıyorum). Ve 1967 yılına geldiğimizde Baf’a ikinci bir sinema daha açılacaktı, Oğuz Asil’le, Polis Esat dayı’nın sinemaları, “Papatya Sineması”... Hatırladığım kadarıyla iki sinema’nın olması rekabeti de getirecek ve tellallarımız da bu rekabetten paylarını alacaklardı. Ne mi olmuştu? İzzet Dayı Papatya’yı dellal ederken, Katil, Cengiz Topel’i dellal etmeye ve arada sırada sesler birbirine karıştığında da İzzet Dayı’nın Katil’i şaka da olsa kovaladığını görmekteydik. Çünkü iki dellal da buluştuğu zaman artık Baf halkı hangi filmin hangi sinemada olduğunu karıştırmakta, ses karışıklığından anonsları anlayamaz olmuştu. Ama şu fıkranın da gerçek olduğunu sizlere nakledeyim: Baf’ta iki sinema açılmasından dolayı rekabet de tam meydanlara vurmuştu ya… İşte muzip Baflılardan biri bir gün zavallı Katil’in eline güya Atıf Dayı verdi diye bir not vermişti. Zavallı Katil aldığı o notla Baf sokaklarında gezerek şu filmi anons etmeye başlamıştı:
- Sayın Baf halkı, bu akşam sizlere Cengiz Topel Sineması, Hollywood’un ödül almış bir filmini perdesine getiriyor. “Atını ….ken Kovboy..” Katil afalladı ama o saf yüreği buna inanmaya cesaretlendirdi onu. “Atını ….en Kovboy” Bu akşam Cengiz Topel Sineması’ndaaa. Ama Katil’in bu saflığı Filmin anonsunu duyan Sancaktar’ın hoşuna gitmez ve biraz sonra Katil, iki inzibat’ın arasında lokaba (hapise) götürülmek üzere yola çıkar. Tabii zavallı Katil, onu omuzlarından tutup lokaba götüren inzibatlara ağlayarak yalvarmaktadır.
- Vallahi be ağabeyler bana bu reklamı yapayım diye filanca verdi ve bana Atıf Abi verdi dedi. Ne olur be ağabeyler, yanlış yaptıysam özür dilerim be abiler…
Galiba Katil kısa bir müddet sonra serbest bırakılmış ve Atıf Dayı’dan gerçek reklam notunu alarak yanlışını düzeltmişti.
1974 sonrası dellallık işi bizim Maraş’a yerleşen Katil için bitmişti. İzzet Dayı da, galiba Güzelyurt yerine başka bir yere yerleşmişti. Herhalde göç eden Baflılar’ın işi bittikten sonra onların dellallık işleri de bitmişti… Katil, Maraş-Mağusa’da sosyal yardımdan çok az bir yardım alıyor ama geçinemiyor, hatta doktora bile gidemiyordu. 1979 yılında Öğretmen Koleji’nin üçüncü sınıfına giderken Katil’i, hasta ve mecalsiz olarak, bir çöp tenekesini karıştırıp yiyecek ararken bulacak ve ona elimdeki harçlığımdan biraz para verecektim. Sonra bir gün Katil’i sokakta ölü mü buldular, yoksa huzur evinde mi öldü diye duydum. Eski günlerin vazgeçilmez Baf figürleri de sessizce aramızdan ayrılıp çok eskilerden icra edilen bu meslekleriyle, hazin geçmişlerini de aramızda anı bırakarak bizleri terk ettiler. Onları hiç unutmadık…
BASINDAN GÜNCEL…
“Anladım, hayatmış mazinin adı…”
Ertanç HİDAYETTİN
Kalbimde maziden bugün izler var Her siyah saatım bu izle erir Ruhumu geçmişin hicranı sarar Doğanlar ölür ölen dirilir”
Nazım’ın “Mazi” şiirinin ikinci kıtasını nostalji yazılarımın ilkinde yazmıştım. Yukarıdaki kıta üstadın aynı şiirinin ilk dörtlüğüdür.
İçinde bulunduğumuz, kimsenin ertesi gün ne olacağı belli olmayan bu zamanda geçmişi düşünmek bir o kadar daha anlamlıdır bence.
Bugün, tekrar Lefkoşa’ya dönüyorum.
Hiç kaçırmam “Yasemin Kokulu Şeher” ile ilgili nostaljik yazıları. Tutkun olduğum bu şehirle ilgili Mustafa Doğrusöz, Ahmet Okan, Sevgül Uludağ, Bilbay Eminoğlu, Süleyman Ergüçlü, Ahmet Tolgay, Hasan Hastürer’in yazdığı yazıları kesip arşivimde saklarım.
İlk yazımda Lefkoşa’da 4 ile 7 yaş arası geçirdiğim ilk çocukluk yıllarıma değinmiştim. Leymosun ve Lefke’de kaldıktan sonra Londra’ya gelmezden önce 5 yılımı daha geçirdim Lefkoşamda.
İşte o yıllardan belleğimde kalan bazı anılar: Lefke’den getirilen babamın Hercules marka bisikleti ile Baf Kapısı çevresinde kalan arkadaşlarımı ziyaretlerim.
Hısardan Taksim Sahasına korku ile inip arkadaşlarım ile futbol oynamamız. Zaman zaman İngiliz askerlerinin bando takımını, BM askerlerinin futbol maçlarını zevkle izlememiz.
Çetinkaya Kulübü’nde İngilizce öğretmenimiz Mr. Hilton ve Fransızca hocası eşinin tenis maçları.
O zaman bomboş olan Dereboyu’ndan geçerek Ortaköy ve Gönyeli’ye yaptığımız bisiklet gezileri.
Yine bisikletlerimizle Lokmacı Barikatı’ndan geçip Uzun Yol’daki vitrin alışverişlerimiz.
Girne Kapısında Kemal Deniz ve Özker Yaşın’ın attıkları bazan komik seçim nutukları.
Şahin Sineması Cumartesi matinesine girmezden önce sandöviççi Talat Abi’den aldığımız nefis hellimli tostlar.
O sinemada seyrettiğimiz “U.N.C.L.E” ve “Our Man Flint” filmleri, arada çekilen tombalalar, kazanan kişinin heyecanla “dombula” diyerek sahneye koşuşu.
Kahveci Enver Efe’nin bisikleti ile kahve servisleri.
Fıstıkçı Ahmet dayının feneri ile ısıttığı kaynar gunnalar (fıstık içi).
Girne Kapısı’nda köyden Lefkoşa okullarına akın eden çocukların okul sonu otobüslerine yetişip geri köylerine dönme teleşları.
Lefke Hanı’ndaki otobüs yazıhanesinden Lefke’den babamın gönderdiği kocaman portakal köfününü kardeşimle eve taşımamız.
Gelen portakallardan hazırlanan sepeti özel İngilizce dersleri aldığım öğretmenim Başaran Beye diğer çocukların alaycı bakışları altında utana sıkıla vermem.
Milli törenler için haftalar süren hazırlık işkencesi. Milliyetçilik duygularıyla çalkalandığımız o günlerde, Cemal Gürsel Caddesi’nde askerler gibi yürüyüşümüz.
Tören fotoğraflarımızı satın almak için birkaç gün sonra Foto Yavuz’a akın etmemiz.
Okul çıkışı Saray Önü boyunca yürüyen rahibe görünümlü Kız Lisesi öğrencileri.
Babacan doktorumuz Saffet beyin kliniğinde günlerce salınan kan iğnelerinin canımı acıtması.
Fıtık olduğumda Doktor Kaya Bekiroğlu’nun beni Dr. Nejdet Ünel’in doğum kliniğinde ameliyat edişi. Salonda bulunan piyanoyu acemice çalıp kadınları rahatsız etmem.
Çok sert olan Bayraktar Ortaokulu Müdür Yardımcısı Fikri Bey’in okulumuzun önünde çiftleşmeye çalışan köpeklere taş fırlatıp onları kaçırma uğraşı. Biz çocukların kahkahaları.
Yeni Saha’da oynanan heyecanlı maçlar. Maçlardan önce Taksim Sineması yanındaki lokalde oynadığımız masa futbolu oyunları, sahanın yanındaki satıcıdan aldığımız nefis güllü sulu mahallebilerin tadı.
Çok sevdiğim müzik öğretmenim Yıldan Taner hocanımın babası Zeki Taner’in yardımıyla haftalarca müzik orkestramızı konsere hazırlaması, Zafer Sineması’nda verdiğimiz konser.
Dr. Küçük’ü taklit ederek yüksek sesli ders çalışmam. Büyükannemin buna gülmesi.
Pazar sabahları sabırsızlıkla Alikko ile Caher iskeçlerini beklememiz. Öğleden sonraları Halit Kıvanç veya Ayhan Orhan’ın heyecanlı Türkiye maçları anlatışları.
Sözde kitap almak için gittiğimiz Lefkoşa Kütüphanesi’nde kızlı erkekli yaptığımız muzipliklerin karşıda kalan Ali Dincer hocamız tarafından gizlice izlenmesi. Ertesi gün elebaşı olan beni okulun önünde azarlaması.
Almanya’dan teyzemin gönderdiği bol paçalı pantolon ve Vedia Barut’ttan aldığım pembe gömleği giyip Lefkoşa sokaklarında hava atmam. Bunu tesadüfen gören Ali Dinçer hocadan yine azar işitmem.
Şimdilik bu son nostaljik yazımı Süleyman Ergüçlü’nün “Nankör” köşe yazısından bir parça ile bitiriyorum: “Peki şimdi niye ağlıyorsun "şehrim elden gitti" diye... Niye timsah gözyaşları döküyorsun?... Bana sahip çıkanlar, şimdi senin aşağılayıcı bakışlarla süzdüğün insanlar olmadı mı?
Sokaklarım hâlâ sana açık, hisarlarımda hâlâ kertenkeleler var, yaseminlerimin kokusu hâlâ yerinde... Yeter ki sen iste... Ben buradayım...”
(KIBRIS POSTASI – Ertanç HİDAYETTİN – 29.3.2020)