Demokrasi krizi
Demokrasi krizi, günümüzün üzerinde durulması ve tartışılması gereken en önemli sorunlarından bir tanesi. Temsil yeteneğini kaybeden ve giderek oligarşik bir düzen ile küçük bir azınlığın etki alanına giren örneklere tanık oluyoruz. Kitleler sandık dışı tercihlerini direnişler ile ortaya koyuyorlar. Dünyanın pek çok yerinde, hedefsiz, organizasyonsuz bir öfke nöbeti içerisinde sandığı boykota doğru eviren bir hareketlenme var. Bu hareketlerin ilerici ve dönüştürücü olma gibi bir durumları yok. Ülkeye, coğrafyaya göre değişiyor. Ancak ortak bir memnuniyetsizlik, bir temsiliyetsizlik durumu olduğu açık.
4 Eylül akşamı, Işık Kitabevi, Kitap Fuarında bunları konuştuk. Akademisyen arkadaşlarım Bülent Evre ve Yonca Özdemir ile birlikte. Demokrasiyi, sandığı ve ötesini.
Demokrasi ötesi ya da post demokratik toplum döneminde yaşadığımız, sağ ile sol arasındaki ayrım çizgilerinin belirsizleştirilmeye çalışıldığı, siyasal ötesi bir dönem bu. Siyaset dönüştürücü gücünü kaybediyor ve bu süreç doğrudan sandıktan geri çekilmeyi beraberinde getiriyor. Gelen ve giden aynı ise, kim isterse gelsin eğilimi yükseliyor.
Bu durumun ortaya çıkmasındaki temel mesele, kırk yıllık geçmişte saklı. 1980’lerin neoliberal kuşatmasının büyük etkisi var. Tekleştirilmeye, tek ekonomik akla karşı güçlü çıkış yapamayan sosyal demokrasinin, alternatifsiz Neoliberalizme entegrasyonunun bedeli çok büyük oldu. Soğuk savaşın ardından dayatılan tekli model, alternatif siyaset üzerinde korkunç bir hegemonya kurdu. Sadece ekonomik değil, siyasal, sosyal, kültürel her düzeyde. Tüm değerlerin, elimizden kayarak hiçleştiği, anlamsızlaştığı; düşünen ve üretenlerin dilsizleştiği bir dönem bu. İnsanlık tarihinin en kara dönemlerinden. Bu dönem, her düzeyde eşitsizliğin büyüdüğü bir dönem. Çok küçük azınlıkların büyük çoğunluk karşısında büyük ekonomik avantajlar elde ettiği bir dönem. Ve ardından giderek toplumsal hakimiyetlerini, otokrasi ile sağlamaya çalışan, insanları nesneleştiren bir dönem bu dönem.
Özellikle “üçüncü yol” siyasetlerinin bu geri gidişte çok ciddi sorumluluğu olduğu artık aleni bir şekilde görülmüştür.
İspanya’da büyük direniş gösteren Indignados’un (Öfkeliler Hareketi) sloganı : “Oyumuz var, sesimiz yok !” şeklindeydi. Toplumları sadece oy vermeye yani dört beş yılda bir sandığa yönelten ancak kendi hayatlarını ilgilendiren konularda dahi seslerini kısan yeni siyasi kültüre karşı tepkilerinin ifadesiydi. Sadece oy ver gerisi küçük, seçkin azınlığın işi…
Sağ popülizm, işte bu koşulların doğurduğu bir siyaset mekanizması. Yabancı düşmanlığı ile başlayan, eşcinsellere yönelik saldırılarla devam eden, seçilmişlerden değil teknokrasiden yana olan ve uzman terörizmi denilen kavramı dayatan, faşizme akraba bir siyaset tarzı. Belirsizlik en temel özelliği. Uzlaşma adına özgürlükçü muhalif hareketleri kendi alanına çekerek anlamsızlaştıran, siyaseti özünden koparan, sözde ilkesiz ama özde milliyetçi bir siyasi hareket.
Yeni bir “kolektif irade” varolan durumu ters yüz edebilir. Yeni bir “halk” inşası ile, küçük azınlık dışında, orta ve alt toplumsal kesimleri kucaklayan bir siyasi dinamizm örgütlenebilir. Demokrasiye, temel insan hakları ve özgürlüklerine sahip çıkma adına radikal demokratik hegemonya alanını genişleten bir sürekliliğe; kurucu eylemliliğe ihtiyaç var. Burada en önemli konu ilkeleri partizanca savunacak ve ilkesiz uzlaşıların alanına girmeyecek dik duruş sahibi olmak. Demokrasi kavgamız, işte budur.
İlkeli bir siyasetin savunulması, asla ilkelerden geri adım atılmaması ve duruş sergilenmesi. Demokrasiyi geliştirecek ve anlamsız bulanıklığı giderecek tek alternatif, düşünsel keskinliktir. Bunu da yapması gerekenler, özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelesini sahip oldukları geleneksel değerler üzerinden savunanlar olmalıdır.
"Gün kararırsa, düne sığınılır”.
Dünden gelen değerleri reddederek bugünü anlayıp yarına ulaşmaksa imkansızdır.