DEMOKRASİ VE RASYONALİZM
Descartes, yeni bir kavram ortaya atmış, "Rasyonalizm" demişti...
Ona göre akıl, tek güvenilecek kriterdi ve her türlü değerin de kaynağıydı.
Bu kavram, Avrupa'nın "kutsal"ı terk etmesine, insana bakışının değişmesine neden oldu...
Avrupa, insanı merkeze aldı...
Ve insan bir "değer" haline geldi...
Çünkü insan, rasyonel bir varlıktı; neyin iyi-kötü yahut neyin doğru-yanlış olduğuna bizzat kendisi karar verebilirdi. İşte toplumsal yaşam da, bu yüzden, insanın kendi belirlediği kurallar çerçevesinde düzenlenmeliydi.
Artık monarşi, aristokrasi veya teokrasi devri kapanmıştı...
Çoğunluğun iradesi belirleyici olmalıydı. Demokrasiyi üreten anlayış budur.
Dolayısıyla, demokrasi "vatandaşlar"ın iradesinin tecelli ettiği bir rejimdir.
"Demokratik bir devlet istediklerini söyleyenlere, hangi vasıflardaki devletin demokratik sayılması gerektiğini sorarsanız, size tanımını getirdikleri devletin, kendi tasarladıkları, kendi kurdukları ve bizzat kendilerinin işlettikleri devlet olduğunu göreceksiniz. Yani her demokrasi havarisi kendi incilini kendi yazıyor" (İsmet Özel, Ve’l Asr, s. 120).
Bunun siyasi somut karşılığı ise "çoğunluk iradesi ve idaresi"dir...
Böylesi bir rejimde, "halkın dediği" olur...
Vatandaşlar doğuştan birtakım "haklar"a sahiptirler.
Bu haklar devredilemez; hiçbir otorite de bu hakları iptal edemez.
Dolayısıyla, demokratik rejimlerde "temel haklar ve özgürlükler" dokunulmazdır.
Platon’a göre, demokrasi belli bir kitlenin egemenliğine dönüşebilir, toplumu tiranlığa kadar götürebilir...
Kimine göre ise, demokrasi insanoğlunun bugüne kadar üretebildiği en iyi siyasal düzen...
Belki de Arend Lijphart’ın gözlemlediği gibi demokrasi, bir ideali yansıtıyor...
Demek ki, insanları ayıran doğaları değildir; doğalarıyla ne yaptıklarıdır,
Yani kültürleridir...
Bakın! Şimdi sahneye teknoloji çıktı.
Teknoloji deterministtik değildir ama;
ideolojiler ve sosyal sistemler tarafından farklılaştırıldı...
Böylece ülkeler teknolojiyi tamamen farklı şekillerde kullanmayı tercih ettiler.
Buradan da ortaya Güney Kore ve Kuzey Kore gibi “ilginç” ülkeler,
Farklı türlerde toplumlar,
Faşist rejimler,
Komünist diktatörlükler,
Liberal demokrasiler çıktı...
Kısacası "yaşatanlar” bir yolunu bulup nasıl yaşanacağını yaşayanlara yaşatır...
Kimi ülkelerde “demokrasi” Irk ve milliyet üzerinden yürümezse, din ve mezhep üzerinden yürütülür...
Birileri kendi gereksinimlerine göre bir düzen kurmak için diğerlerini güçsüz , eksik ya da kendilerine muhtaç bırakır...
Bağımlı olmaktan kurtulup güçlenmek isteyenler ise umut olarak demokrasi, sandık diyerek, kendilerini hem mağdur hem iğdiş eden içinde yaşadıkları ya da yaşatıldıkları çarpık düzenin uygulayıcısı olurlar...
Düzeni değiştirmekten kaçınırlarsa, ortak akıl yoluyla ve insan odaklı yeni bir düzen kurmaya çalışılmazsa, kördüğümlerden kurtulup işbirlikli bir biçimde problem çözmeye odaklanılmazsa, sorunların içinde yaşayanlar hiç istemese dahi kendilerine fark ettirmeden hegemonik davranan ve asıl sorunları “yaşatanların” tarafında kalırlar ki bunun adı da tabiri caizse "suç ortaklığı" olur.