DEMOKRASİNİN KIRMIZI ÇİZGİSİ: LAİKLİK
Soraya İsfendiyari Bahtiyari’yi, nam-ı diğer “Mahzun Prenses” Süreyya’yı çok sevmişti Türk halkı. Hanedana bir veliaht veremeyince sürgün edilmesine pek içlenmişti. Ama şık ve zarif Farah Diba kısa zamanda Süreyya’yı unutturmuş, “modern İran” monarşisinin müşfik ve gülümseyen yüzü olmuştu. 1950’ler, 60’lar, 70’ler boyunca Pehlevi ailesinin magazin sayfalarını dolduran göz kamaştırıcı hayatları; İran’da Batılı ülkelerle işbirliği içerisinde büyük bir soygun düzeni kurdukları ve İran’ı kendilerine karşı çıkan tüm muhalifler için cehenneme çevirdiği gerçeğini ustalıkla gizlemeyi başarmıştı.
Yüzbinlerce insan meydanları doldurarak “özgürlük” sloganıyla Pehlevi ailesini devirdiğinde, hele ki kalabalık bir gazeteci grubuyla Paris’ten bindiği uçak Tahran havaalanına indiğinde kendisini karşılayan yüzbinlerce insanı selamlayan Ayetullah Humeyni ortaya çıktığında gerçek bir şok yaşandı. Pehlevi ailesi apar topar ülkeyi terk etti. Kurulan geçici hükümet, kısa sürede yerini Batıya kafa tutan, bölgedeki diktatörlere rejim ithal edeceği korkusuyla kâbuslar yaşatan İran İslam Devrimi hükümetine bıraktı. İşbirlikçi rejimlerle bütün Ortadoğu’yu soyup soğana çeviren Batı, bu düzenin çarkına çomak sokan İran’ı hiç affetmedi.
İran Devriminin kısa sürede İslami karakter kazanması ve katı bir molla rejimine dönüşmesi, Pehlevi rejiminin günahlarını unutturdu. Baskıcı molla rejiminin gaspettiği bütün demokratik hak ve özgürlükler zaman içerisinde Şahlık döneminin “yaşam tarzıyla” kıyaslanır ve yıkılan İran monarşisinden neredeyse övgüyle söz edilir oldu.
Oysa İran devrimi, Şahlık rejiminin baskıcı politikaları içerisinde beslenip taban bulmuştu. Şah Rıza da pek çok diktatör gibi tehlikenin soldan geleceği düşüncesiyle ülkesinde demokrasi ve sol adına ne varsa yok edilmesine, muhalefet zemininin tümden İslamcılara terk edilmesine neden olmuştu.
1949’dan 1979’a kadar tam 30 yıl tahtta kalan Şah Rıza Pehlevi İran’ı modernleştirirken, dönemin Britanya-ABD çıkarlarının Ortadoğu’daki ileri karakollarından biri haline getirdi. İran petrollerini Batılı şirketlerin yönetimine açtı. 1961’de Meclisi kapatarak meşruti monarşiye son verip mutlak monarşiye geçti. Ülkede kapitalist kalkınma modelinin yerleşmesi adına o döneme kadar etkili olan küçük ve orta sermayeyi sistem dışına iterek yabancı sermaye ile işbirliği yaparak sanayi yatırımları yapacağını var saydığı yeni bir zengin sınıfı yaratmaya yöneldi. Muhalefete karşı son derece baskıcı yöntemler izledi. Komünist Parti yasaklandı. Kurulan istihbarat ağı ile (SAVAK) en küçük muhalefet hareketi şiddetle bastırıldı.
Şahlık rejimi aslında çok geniş bir toplumsal muhalefet sonucu yıkılmıştı. Ekonomik ve siyasi gücü yitirmekten hoşnutsuz küçük ve orta sınıf esnaf, çalışan kesim, meşruti monarşiye dönülmesini isteyenler, monarşiye son verilip cumhuriyet rejimine geçilmesini isteyenler, komünistler, sosyalistler, liberaller ve tabii Ayetullah ve mollalar… Devrimin başlama vuruşunu ve sürükleyiciliğini dindar ama muhteris küçük ve orta sınıf esnaf yapmıştı.
* * *
Batının ve “batılı yaşam tarzı savunucularının” Mısır’dan Suriye’ye, Ürdün’den Libya’ya Ortadoğu’daki diğer otoriter rejimlerle bir sorunu olmadı. Diktatörlerin ülkeyi “batılı bir görüntüye kavuşturması” çoğu zaman yeterli sayıldı. Bu durumdan bir tek Suud rejimi muaf tutuldu. Petro-dolarlar, Suud rejiminin tüm günahlarının üstünü örtmeye yetti.
Ortadoğu diktatörleri, “istedikleri ölçüde” Batılılaşma “görüntüsü” ile Batıyı mutlu ederken, toplumlarını İslami kurallara göre yönettiler. Fakat bu İslami kurallar elbette her diktatörün kendi meşrebine uygun biçimde yorumlanıyordu. Libya’da Kaddafi “yeşil sosyalizmi” uydururken Suud rejimi katı vahabiliğe sarıldı. Mısır, Suriye, Ürdün gibi ülkeler ılımlı İslam rejimini inşa ettiler. Cumhuriyetçi, demokrat, laik, sol, liberal her türlü düşünce akımını “tehdit” olarak algılayan bu rejimler, kontrol edemedikleri “radikal İslamı” da tehdit saydılar.
Bütün otoriter rejimler için din, kendi tanımladıkları kriterler ölçüsünde iyi bir enstrümandı. Kiminde az, kiminde çok, toplumlarına “uygun gördükleri ölçüde” bir İslami yaşama izin veren diktatörler, bu arada işbirliği içerisinde oldukları Batı ile tatlı bir soygun düzeneğinin parçası ve bekçisi oldular.
* * *
“Halkının %99’u Müslüman” bir ülke olan Türkiye, coğrafyanın kaderinden muaf değildi elbette. Cumhuriyet rejimi için de batılılaşmanın “görüntüsü”, kendisinden daha cazip geldi. Hızla kılık kıyafetler değiştirilirken, Latin alfabesine geçildi. Şer’i hukuk yerine İsviçre ve İtalyan yasalarının harmanlandığı medeni hukuk tesis edildi. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı gibi çok önemli adımlar atıldı.
İş laikliğe geldiğinde, “devletin bütün inançlara karşı eşit mesafede durduğu” bir yapılanma yerine “devlet ve din işlerinin birbirinden ayrıldığı” ifadesiyle maskelenmiş “ustalıklı bir yorum” getirildi: Din artık devleti kontrol etmeyecek fakat devlet dini kontrol edebilecekti.
Hemen bütün Ortadoğu rejimlerinde olduğu gibi, toplumun ancak “rejimin tanımladığı ve kabul sınırlarında olan bir İslam formunda” dinini yaşaması uygun görülerek Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Diyanet, Sünni İslamın devlet kontrolünde “kurumsallaştırılması” misyonunu üstlendi. Her türlü çoğulcu, demokratik, sol, sosyalist muhalefet rejim için öncelikli tehdit haline gelirken, beraberinde İslam’ın “aşırı” uçları da törpülenerek toplum rejim açısından “ideal” hale getirildi.
Türkiye Cumhuriyeti anayasadaki ifadeyle “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiydi”. Bu “kâğıt üzerindeki durum” rejimin gerçek anlamda batılı, demokratik ve “seküler” bir devlet yapısına evrilmesi anlamına gelmiyordu. Gelmedi de nitekim… Meşrutiyet’ten itibaren ortaya çıkan cılız çoğulculaşma ve sol- sosyalist akımların önü şiddetle kesildiğinde, muhalefetin sessiz ve derinden akabileceği yer altı nehri yine İslam oldu. Özellikle 1950’lerden itibaren keskinleşen soğuk savaş koşullarında, “dindar bir nesil” komünizm tehlikesinin panzehiri olarak görüldü. Devlet, kanatları altında kendisini teslim alacak gücü koruyup kollayarak semirtti.
* * *
Laiklik tartışmasının yeniden gündeme geldiği bir ortamda “İslamcı faşizm” ve “laikçilik” dışında bir seçenek yokmuş gibi davranılıyor. Oysa var olduğunu hepimiz biliyoruz: Devletin bütün inançlara eşit mesafede yer alacağı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedileceği, zorunlu din derslerinin kaldırılacağı, ibadethanelerin ve din adamlarının her türlü ihtiyacını bizzat o ibadethanenin cemaatlerinin karşılayacağı gerçek anlamda seküler bir anlayış!
Kimsenin “yanaşmadığı” bu paydalar üzerinde konuşamıyorsak, kimse kimseyi suçlamasın: İslamcı faşizm mevcut zeminde güçlenmeye ve dünyayı hepimize dar etmeye devam edecek!