
Demokrasinin Temellerini Sorgulamak
Şair dünyayı silahlar ya da politik kandırmacalarla değil şiirle yönetebilir ancak. Daha doğrusu şair dünyayı yönetmek istemez, ona ilham vermek, onu iyileştirmek, onunla birlikte akmak ve büyümek ister.
Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
Bir zamanlar demokrasiden büyük şeyler umulmuştu ama demokrasi sadece halkın, halk tarafından, halk için sopalanması demektir.
Oscar Wilde
Son yıllarda dünyada yaşananlara, sağın yükselişine, insan haklarının gerileyişine, totaliter rejimlerin güçlenmesine anlam vermekte zorlanıyor insan. Türkiye’de 19 marttan beri yaşananlar da bu açıdan hem üzücü hem düşündürücü. Nereye gidiyoruz? Hani bize söz verilen daha iyi dünyaya ne oldu? İnternetin yaygınlaşmasıyla gerçek bilgiye daha kolay ulaşacağımızı ve toplumların daha bilinçli olacağını, daha özgür düşüneceklerine inanıyorduk. Ancak öyle olmadı. İnternet ve sosyal medyanın gücüne rağmen demokrasi, insan hakları gibi idealler yeterince yayılmadı. Aksine moda, tüketim, eğlence gibi insanları uyuşturan unsurlar yaygınlaştı.
Oysaki Fransız İhtilalinden beri cumhuriyet, demokrasi ve insan hakları gibi değerler toplumsal idealler olarak ortaya çıkmıştı. Krallıkların sonunun geldiği, artık halkın kendi kendini yöneteceği konuşuluyordu. Siyasal sistemler değişmişti ve dünyanın birçok ülkesinde seçimle iktidara gelen partiler ülkeleri yönetmeye başlamıştı. Ancak 20. yüzyılın ortalarından itibaren esen demokrasi rüzgarları durmuş hatta rüzgâr tersine dönmüş görünüyor. Maalesef bizim gibi “gelişmekte” olan (aslında sömürülmekte olan daha iyi bir terim olurdu) ülkelerde demokrasinin gelişiminin önünde sadece iç değil dışsal etkenler de var. Hem toplumu oluşturan bireylerin tembelliği ve cahilliği hem de dünyanın güçlü ülkelerinin engellemeleriyle demokrasinin yeşermeye çalışan tohumlarının üstüne sürekli adeta kezzap dökülüyor. Olan halka oluyor, fakirlik, yolsuzluk umutsuzluk, işsizlik yayılıyor. Binlerce insan boşu boşuna hapishanelerde tutuluyor. Öte yandan gerçek suçlular, halkın emeğini sömürenler serbestçe gezmekle kalmıyor en yüksek makam, mevki ve zenginliklerle ödüllendiriliyor. Peki bütün bu olayları nasıl okumalı? Tarihin gidişatında birtakım hatalar mı yapıldı? Halk hareketleri neden gücünü yitirmiş görünüyor? Ve bu durum tersine çevrilebilir mi? Eşitlik, adalet ve özgürlük sadece lafta kalan değerler olmaktan çıkıp gerçekten yaşanabilir mi?
Son yüzyılın tarihine baktığımızda bu konuda umutlu olmak zor görünüyor. Bir zamanlar dünyanın ikinci süper gücü olan Sovyetler Birliği dağıldığında ondan geriye kalan ve demir yumrukla yönetilen Rusya demokrasiye geçmedi, onun yerine oligarşi denilen, siyasal gücün birkaç kişiden oluşan küçük bir grubun elinde bulunduğu ve tek adamların bir türlü değiştirilemediği bir sistem geldi. Amerika Birleşik Devletleri ise demokrasinin beşiği olmaktan çok birbirine çok fazla benzeyen iki parti arasında gidip gelen, farklı, aykırı seslerin bastırıldığı bir zenginler imparatorluğu oldu. Öyle ki aslında çoğulcu olması gereken demokrasi yerini neredeyse sadece iki partiye bırakmış ve halk da bu iki partiden birini seçmeye koşullanmış durumda. Ya siyah ya da koyu griyi seçmenin, seçebileceğiniz tek renk olduğuna inanmak gibi. Çünkü birçok temel konuda Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasında pek bir fark yok gibi. Amerika’da ne olursa dünyanın kalan birçok ülkesinin de bunu takip etmesi eğilimine uygun olarak dünya üzerinde yaşanan gerçeklere karşılık gelen, derin ve radikal değişimlere yol açacak söylemleri olan düşüncelerin ve onları temsil eden partilerin de pek bir hükmü kalmadı.
Nedir bu gerçek, derin ve radikal söylemler? Konuyu yüzeysel politik tartışmaları aşıp daha derinden ele almaya çalışalım. Böylece demokrasinin her geçen gün kan kaybetmesinin ardındaki nedenleri daha iyi analiz edebileceğiz. Dünyanın ne olduğu ve olayların nasıl algılanması gerektiği konusunda çocukluk ve gençlik yıllarımızda zihnimize yerleşen kavramlar bir daha değiştirilmesi çok zor bir zihinsel bariyer yaratır. Buna kısaca “zihniyet” (İngilizcede mindset) diyoruz. Zihniyetimiz değişmeden de algımız değişmiyor. Dünyadaki sorunların ne olduğu ve çözümlerinin ne olduğu bile zihniyetimizin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bir de bütün dünyayı etkisi altına alan küresel zihniyetimiz var.
Bu zihniyete göre genel eğilim dünyayı ekonomik terimlerle algılamamız yönündedir. Yani toplumu oluşturan çoğunluğun algısına göre sorunların temeli ekonomiktir, yaşadığımız acılar ekonomik krizlerden ve yoksulluktan kaynaklanır. Her gün bulunduğumuz durumu, refah seviyemizi anlamak için en çok kullandığımız terimler maaşımız, döviz kuru, enflasyon oranı, hayat pahalılığı gibi rakamlardır.
İşte bu düşünce bizim gerçekleri daha doğru yansıtan fikirlere ulaşmamızı engelliyor. Dünyada üretilen algı daha çok paramız olursa, ekonomimiz iyi işlerse refahın yükseleceği yönündedir. Ancak son 75 yılı baz alarak bakacak olursak dünyada inanılmaz ölçüde mal ve hizmet artışı olduğu apaçık bir gerçektir. Dünya nüfusundaki artıştan çok daha büyük oranlarda dünya ticaret hacmi artmış durumda. WTO’ya göre dünya ticaret hacmi 1950 yılına göre tam 370 kat artmış durumdadır. *
Peki refahın ya da mutluluğun 370 kat artmış olduğunu söyleyebilir miyiz? Eğer sorun mal ve hizmet üretiminin artışı ve bunların dünya ülkeleri arasında serbest ticareti olsaydı hepimiz çoktan sorunlarımızı çözmüş olabilirdik. Tabii ki bu yüksek artış bütün ülkelerde aynı oranda refaha neden olmamıştır. Ancak Türkiye gibi 1975’lere kıyasla ekonomik anlamda kat be kat büyümüş bir üçüncü dünya ülkesinde de ne ülkenin genel refahı ne de demokrasi ilerlemiş görünüyor. Birtakım insanların pastadan daha çok pay alması pastanın büyümesinin bir işe yaramadığını gösteriyor. Ancak gene de çok daha fazla sayıda insanın arabaya, eve, çeşitli tüketim mallarına ve tatillere ulaşımı artmıştır. Buna karşın Türkiye ve dünyanın birçok gelişmekte olan ülkesi daha demokratik olmamışsa, yaşam koşullarımız ve çevremiz daha iyi hale gelmemiş aksine kötüleşmişse bize sunulan temel gerçekliği sorgulamanın vakti gelmiş olmaz mı?
İnsanların değer sistemleri onların inançlarından doğar. Bu inançlar da zamanla toplumların yaşadığı acılara karşı buldukları ortak cevaplardan türer. Demokrasi ve insan hakları da aslında modern inançlarımızdır. Ve bunlar kralların ve din adamlarının keyfi ve acımasız uygulamalarına bir tepki olarak insanlığın ortak birikimiyle yüzyıllarca süren acılara cevap olarak doğmuş değerlerdir. Bu acıların sonunda elde edilen siyasi başarılar İnsan Hakları Evrensel beyannamesi gibi modern dünyanın benimsediği metinleri doğurmuştur. Ve her ne kadar din ve monarşi gibi kurumlar tam olarak ölmemişlerse de baskılanmışlar ve yerlerini demokrasinin yeni kurumları almıştır. Ancak bu değişimlerle beraber “akıl” en önemli insani yetimiz olarak yüceltilmiş ve bütün bu değer ve kurumların ardındaki destekleyici üst değer olarak kabul görmüştür. İnsan aklının bütün sorunları çözebileceği inancı rasyonel aklın güdümünde “nesnel” soğuk, bölünmüş ve hakikatten uzak bir bilim anlayışının da doğmasına yol açmıştır.
Son iki yüzyılı özetleyecek olursak şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz: İnsan, kendisine gönderilen kutsal kitap ve peygamberlere ve bir Tanrı ile yönetilme fikrine karşı çıkmış, aklını kullanarak kendi kendisini yönetebileceği düşüncesine sarılmıştır. Akıl ve bilim teknolojinin muazzam bir patlama yapmasını sağlamıştır. Teknolojinin bu inanılmaz gücü insanın doğayı ve çevresini daha önce hayal bile edilemez biçimde kontrol etmesine (ya da kontrol ettiğini sanmasına) imkân sağlamıştır. Bu şekilde doğanın ve maddenin efendisi olan (ya da kendi öyle gören) insan psikolojik anlamda da değişmiş ve alçakgönüllü ve maneviyata değer veren yönlerini kaybetmiş, onun yerine daha maddiyatçı, kibirli ve narsist hale gelmiştir. Her sorunu akıl ve bilimle çözen ve önünde artık bir engel kalmadığına inanan insanlar daha “güçlü” toplumlar ve devletler kurmuştur. Buradaki güçlü terimini “saldırgan ve yıkıcı” anlamında da kullanıyorum. Günümüzde güç kavramı aslen yıkabilmek, değiştirebilmek, yönetebilmek, sahip olmak ve hükmetmek gibi anlamlara gelmektedir. Oysaki bu gücün en kötü tanımıdır muhtemelen. İşte bu “güçlü” devletler farklı çıkar ve ideolojilerinin çatışması sonucu büyük savaşlara girişmiş ve bu savaşlar sonunda dünyayı yok etme kapasitesine sahip nükleer silahlar icat etmişler ve bunları kullanmışlardır. Son elli yılda ise yeni teknolojilerin ve tüketimin anormal şekilde artmasıyla dünyanın eko sistemi bozulmuş, değerli kültürler ve milyonlarca yılda evrimleşmiş sayısız tür yok edilmiştir. Küresel ısınma dünyanın iklimini ve habitatları bozmuştur. Ve günümüzde geldiğimiz noktada bu artan bir hızla devam etmektedir. Sonunda güç kendisine güç veren şeyi (doğal düzeni) yok etmeye başladığı için gücünü ve meşruiyetini kaybetmiştir.
Öyleyse çok açık bir şekilde insanın inandığı değerlerin (kendi tanımladığı haliyle akıl ve bilimin) onu mutlu bir sona ulaştırmadığı sonucuna ulaşabiliriz. İnsan akla ve demokrasiye inanmış ama dünya daha akılcı ve demokratik hale gelmemiştir. Peki bunun nedeni ne olabilir? Bu inançlar yanlış mıdır? Kim aklın ve demokrasinin yanlış ve zayıf değerler olduğunu düşünebilir ki? Belki de sorun bu değerlerden ne anladığımızda ve bunların dünyayı doğru şekilde harekete geçirmemesinde olabilir mi? Belki de akıl dediğimiz şey gerçek akıl değildir, çünkü gerçek akıl bütün bu kötülükleri öngörebilir ve kendisini değiştirebilirdi. Akıl sağduyu ve duygularla bütünleşerek sezgi denilen olayları bütüncül olarak kavrama yeteneğini de içermelidir. Ancak şu an modern dünyanın akıl olarak anlayıp yücelttiği ve işe koştuğu şey böyle bir bütünsellikten çok uzak görünmektedir.
Şunu unutmamalıyız ki akıl, demokrasi, Tanrı gibi kavramlar soyut üst değerlerdir, geneldirler ve zihnimiz tarafından üretilmişlerdir. Bu değerler içimizdeki birtakım arzu ve duygulardan bağımsız değillerdir. Örneğin aklı yüceltiriz çünkü daha önce Tanrı için tasarlamış olduğumuz bazı zeki, mükemmel gibi nitelikleri kendimize atfetmeye başlarız. Önceden Tanrının mükemmel, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir varlık olduğunu düşünen insan -dinle hesaplaşmaya giren yeni akımların da etkisiyle dinden uzaklaşmış- ona atfettiği bütün güçleri bu defa kendisinde görmeye başlamıştır. Bu, insanın bir kendini yüceltme hissine kapılmasına ve aklını kullandıkça sorunlarını kolayca çözeceği yanılgısına kapılmasına neden olmuştur. Elbette akıl insanın sahip olduğu önemli bir güçtür, ancak benim bahsettiğim nokta bu gücün gerçek sınırlarının çok ötesinde algılanması durumudur. Geçmiş dönemlerde aciz kaldığı konularda yüce Tanrı kavramına başvuran ve onunla arasını iyi tutarsa hem bu dünyada hem de öte dünyada rahata kavuşacağına inanan insan, bu gücün varlığını sorgulamaya başlayınca ya bu gücün bir kısmını ya da tamamını kendisinde görmeye başlamıştır. Ki bu kısmen doğru olan bir gerçektir. Elbette ki insan güçlüdür, belli güçlerle donatılmıştır. Ama kendisindeki gücün gerçek doğasını kavramayan insan o güç tarafından yok edilebilir de. Örneğin aklına tapan insanın kibri bir insanın ruhsal anlamda düşebileceği en korkunç tuzaktır. Ve çoğumuz bu tuzağa yakalanmaya çok meyilliyiz çünkü kibir sonsuz sayıda form alabilir ve biz uyanık olmadığımız her an zihnimizi ele geçirir.
Akıl bu güçlerden birisi olarak sınırlıdır, kendisine verilen bilgiler ve tasarladığı teoriler ışığında iş görebilir. Bu teoriler belli sınırlı bağlamlarda iş görse de bağlam büyüdükçe ve ihtiyaç duyulan bilgi artıkça işe yaramamaya başlar. Bu da aklına güvenerek dünyasını düzenleyen insanın sorunlarını çözememesine neden olur. Daha çok akıllanarak ya da daha çok bilgi sahibi olarak sorunlarını çözmeye çalışsa da bilginin ve teorilerin artık işe yaramadığı daha temel konularda çuvallayacağı kesindir. Akıl kendimizi nasıl aşacağımızı öğretemez, başkalarını nasıl seveceğimizi de. Akıl bu hayatın bizim ötemizde bir anlamı olup olmadığını ve öldükten sonra ne olacağımızı da söyleyemez. Aklımızı kullanarak elbette bu tür zorlu konularda bazı yaklaşımlar geliştirebiliriz. Ancak var oluşun en derin ruhsal ihtiyaçlarımıza karşılık gelen yönleri sezgi, inanç, cesaret, hayal gücü, kendini adama gibi güçleri gerektirir. Bu yetiler ve farkındalık yoluyla geliştirdiğimiz içgörülerle ancak yolumuzu bulabiliriz. Akıl aynı zamanda ahlakın temelleri de olan yukarıda bahsettiğimiz değerleri ve güçleri destekleyen bir unsur olabilir ama manevi sorunlarımızı çözmesini ve bizim yerimize içgörü geliştirmesini istemek ondan çok şey beklemektir. Akıl bazen yardımcı olsa da çoğu zaman işini yaptıktan sonra kenara çekilmesi gerekir.
Bugün dünyada ve Türkiye’de yaşadığımız demokrasi krizlerinin arka planını incelerken en temel değer olan akılla başladık. Akıl, yani özellikle burada vurguladığımız biçimiyle rasyonel akıl verilerle, somut sayılarla iş gören hesapçı tarafımız olduğundan dünyayı da sayılarla ölçülebilen değerlerle anlayıp yorumlar. Örneğin akıl için para birçok şeyi anlamlandırmada işe yarar bir ölçüttür. Refah, mutluluk, güç, sağlık gibi kavramları anlamak için o istatistiksel veriler, para miktarı, kolesterol seviyesi, yaş gibi rakamlara bakar. Akıl çok daha fazla şeyi doğru açıklayan niteliksel verileri algılayamaz. Akıl bir insanın mutlu olup olmadığını gözlerine ve ses tonuna bakarak değil, hesap cüzdanına ya da doldurduğu ankette verdiği evet hayır gibi cevaplara bakarak anlar. Ancak bütün bunlara yanıltıcı olabilir, parası olan kendini mutlu görebilir ama günün sonunda büyük ruhsal bunalımlardan kurtulamayabilir.
Akıl dünyayı yanlış anlamış, bizi mutlu etmek için yanlış bir dünya tasarımı kurmuş ve sonunda dünyanın ve bizim canlılığımızı yok eden korkunç bir canavara dönüşmüştür. O çok fazla şey üretip tüketirsek mutlu olacağımızı düşünür. Çünkü maddesel üretim ve tüketimler somut ve ölçülebilir faydalardır. Dünyayı binalar, eşyalar, arabalar ve yollarla doldurdukça onun daha çok geliştiğini düşünebilir. Aklımız kendisine girilen verilerle çalışan bir bilgisayar gibidir. Yanlış verileri girersek yanlış sonuçlara ulaşırız. Sorun şu ki insanlar arasındaki uyum ve sevgiyi, demokrasi gibi üstün değerleri savunacak verileri akla kabul ettirmemiz çok zordur. Çünkü görünür olanı, var olanı, bedensel olanı en önde ve tek gerçek olarak gördüğü için aklıyla güdülenen bir insanın fedakâr ve uzlaşmacı olmayı öğrenmesi çok güçtür. Akıl yaratıcı sezgisel atılımlar yapamayacağından son derece mekanik ve çıkarcı bir biçimde kendini yüceltmek ve var etmek için başkasına üstün gelmesi gerektiğini düşünür. Temel sorunlara sadece aklımızla yaklaştığımızda yeni değerler yaratarak insanlar arasındaki çatışmaları barışçı yollardan çözecek bir vizyona sahip olamayız. Evrensel barış, uyum, aşk ve sevgi hayal gücümüzle, zengin bir farkındalıkla güçlendirilmiş derin gerçeklerdir. Evrensel aşk her şeyi kuşatan bir güven, huzur ve neşe halinin algılanması ve ona katılımla mümkün olur. İnsanlara ve doğaya böylesi bir aşkla yaklaşamayan bireylerden oluşan bir toplum gerçek anlamda demokrasi ve özgürlük gibi idealleri yaratabilir mi?
Maalesef çağımız akıl çağı olduğundan dünyayı yönetecek insanlar da haliyle “akıllı” insanlar arasından seçilir. Özgürlük ve yaratıcılık tutkusu olan, kendini tanımayı, sonsuz aşkı ve gizemi önemseyen, manevi yönelimli insanların günümüzün politik sisteminde yer bulması çok zordur. Şair dünyayı silahlar ya da politik kandırmacalarla değil şiirle yönetebilir ancak. Daha doğrusu şair dünyayı yönetmek istemez, ona ilham vermek, onu iyileştirmek, onunla birlikte akmak ve büyümek ister.
Kısaca, yanlış temeller üzerine inşa edilmiş demokrasi halkın bilinçlenmesine izin vermemiş ve halka zarar veren bir siyasal sistem olmuştur. Demokrasi ideali yüce bir idealdir. Ancak henüz daha emekleme çağındadır. Batı tipi demokrasi bireyi yüceltirken toplumun altını oymuştur. Bir toplumu sağlıklı bir şekilde bir arada tutan unsurlar yok edilerek bireyi güçlendiremezsiniz, o zaman bireyin içinde büyüyeceği toprağı zayıflatmış olursunuz. Bencilliği ve kibri güçlendiren akıl yerine bütün insani yetilerimizin güçlendirildiği bir akıl biçimini benimsemek durumundayız. Yoksa elimizdeki fenerin (dar akılımızın) ışığının bizi aydınlığa çıkaracağını sanırken yeraltının en karanlık tünellerinde kaybolmuş olabiliriz. Ve bugün olan da tam olarak budur.
