DEMOKRASİNİN TUZU TATLIDIR
Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi kitabını okuyorum. Okuması zor bir kitap. Öyle bir solukta 50 sayfa okuyamıyorsunuz. Tabii demokrasinin kutsal kitabı sayılan bu eser pek çok ders veriyor okuyucuya. Bu dersler arasında Kıbrıslı Türkler için hayati değerde olanlar var.
Günümüzdeki olaylara en uyan dersi 57’inci sayfada bir dipnot ile anlatıyor Rousseau:
“Eğer iki komşu toplum birbiri olmadan yaşayamıyorsa durum biri için zor, diğeri içinse tehlikelidir. Böylesi durumlarda bilge olan bir toplum diğerini bağımlılıktan kurtarmak için acil adımlar atmalıdır.
Mesela, Thlascala Cumhuriyeti Meksika İmparatorluğu sınırları arasında sıkışıp kalmış bir devlet olarak tuz kullanmadan yaşamayı, tuzu Meksikalılardan satın almaya tercih etti. Hatta Meksikalılar bunu hediye olarak teklif ettiklerinde bile bunu reddetti. Bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini böylece korudular.”
Bu satırları okuduktan sonra kendime şu cümleyi tekrarlamadan edemiyorum: Devrim sadece sokakta değil, devrim aynı zamanda cebimizde başlıyor.
Bu ülkenin bir geçmişi var. Kıbrıslı Türkler üreten, ürettiğini satan ve kendi ayakları üzerinde durma ihtimali olan bir toplumdu eskiden. Ardından bunları yavaş yavaş kaybetmeye başladı. “Siz üretmeyin biz size para göndeririz” dediler. Biz de bunu seve seve kabul ettik.
Gelinen bu durumda “üretimi bırakın” diyenin payı var mı? Tabii ki var. Fakat emin olun ki toplumsal olarak zararımıza olan bu konuda bizim hatamız çok daha büyük.
Bizler tuzun bize satılmasını değil, hediye edilmesini kabul ettik. Zaman içerisinde tembelliği benimsedik. Üretim üzerine olan tüm sistemlerimizi çökerttik ve Türkiye’den gelen parayı dağıtacak bir ekonomik sistem kurduk.
Bu sistem ise şişirilmiş kamu sistemiydi. Kamu şişirilecekti, vatandaşların azımsanamayacak bir kısmı kamu çalışacaktı, Türkiye’den gelen para önce kamu çalışanına ulaşacak, ardından da buradan piyasaya akacaktı. Özel sektör ise buradan beslenecekti. Böylelikle sürekli Türkiye’den gelen paranın akmasına ihtiyaç duyulan bir ekonomik sistem oluşacaktı.
Bu para kesildiği anda önce kamu çalışanlarına para gitmeyecek, ardından ise piyasa çökecekti. Dolayısıyla bu para kamu çalışanının da, özel sektörün de yaşamında hayati rol oynayacaktı. Kimse bu sistemden muaf değildi. Sistemin tek vazgeçilmezi ise gelen bu paraydı.
Sistem bu şekilde kuruldu ve toplum üretmeden tüketmeye alıştırıldı. Sadece kamu çalışanı değil, özel sektör de yatırımcı da küçük esnaf da hep o Türkiye’nin yıllık bütçe açığını kapatmak için gönderdiği yardıma muhtaç kaldı. Aynı zamanda muhtaç kalınmasına sebep olan sistemde önemli bir rol oynadı.
Öyle bir güçlü roldü ki bu, bundan iki yıl önce 13. maaşları borçlanmadan ödemek yerine iki taksitte ödemeyi tercih eden maliye bakanına seçim bile kaybettirdi. Bu ülkede en büyük hata, sistemin kurduğu bu rahatı bozmak oldu.
Türkiye’den gelen bu ‘tuz’u kabul ettik bizler. Hem de gözümüz kapalı olarak. Halbuki fark etmediğimiz bir şey vardı:
EĞER BİR ÜRÜN BİZE ÜCRETSİZ VERİLİYORSA, ASLINDA ÜRÜN BİZLERDİK!
Dahası bu ‘tuz’a olan bağımlılığımızı azaltacak fırsatları da elimizin tersiyle ittik yıllarca:
- Annan Planı döneminde bu ülkeye emekliliklerinin tadını çıkartmak için maaşlarıyla gelen İngilizleri dolandırdık. Geri gönderdik.
- Bu ülkede açılan üniversitelere düşman, gelen öğrencilere ise mülteci muamelesi yaptık. Ekonomisi yurt dışından gelen öğrencilere bu kadar bağımlı olan bir ülke, toplu taşıma sistemi dahi yapmaya tenezzül etmedi.
- İskele Bölgesi’ne Ruslar ilgi göstermeye başlayınca, evlerini, çocuklarını, okullarını ve kazanımlarını buraya taşımak isteyen bu insanları kovduk. “Ülkeyi mi satacağız” diyerek elimizin tersi ile ittik bu insanları.
Bugün artık demokrasimizin tuzu kaçtı. Seçimler, genel kurullar ve hükümetler doğrudan müdahaleye maruz kalıyor. Kıbrıslı Türkler olarak bizler ise yapımız gereği isyankar, baskıya gelemeyen ve Akdenizli olduğumuz için sokaklara dökülüyoruz.
Dün hediye edilen “tuz”un bedelini, bugün demokrasimizden ödünlerle ödüyoruz aslında. Ama hiçbir şey için geç kalmış sayılmayız. Bugün artık karar vermemiz gereken sadece sokağa çıkmak ve protesto etmek değildir.
Bugün artık Thlascala Toplumu gibi kendimizi yönetebilmek için tuz olmadan da yaşamayı göze alabilecek cesaretimiz var mıdır? Sormamız gereken soru budur.
Eğer bunu yapmayı beceremezsek durum basittir: Tuzu veren, düdüğü çalar!