Demokrasiyi Demokratikleştirmek
Kuzey Kıbrıs’ta 23 Ocak’ta bir genel seçim daha geçirdik. Seçim sürecinde ülkeyi yönetebileceği iddiası ile seçime dahil olan siyasal partiler ve yönetim politikaları kadar, siyasal oluşumlarla ülkenin yönetilemeyeceği kanısında olan organize boykot çağrılarının da konuşulduğuna tanıklık ettik. Ülke tarihinin siyasal ve ekonomik olarak en acı verici buhranının yaşanmaya devam ettiği bir dönemde umut olması gereken siyaset kurumunun ise tam aksine rağbet görmedi. Ayrıca toplumun siyaset kurumuna özne olmaktan uzak durduğu, siyaset kurumunun da toplumu özne kılmakta başarısız olduğu bir sürece tanıklık ettik. Siyaset kurumumuzun toplum sorunlarında politik çözüm üretme kabızlığına, hem de ahlaki ve etik değelerdeki dibe vurulmuşluğu tahammül edebileceğimiz seviyeyi aşmış ve inançsızlık oluşumunu hızlandırmıştır. Bu bağlamda esas olarak kendimize olan inançsızlık korkutmalı bizleri, özellikle de genç kardeşlerimde yaratılan/yaratılmaya çalışılan inançsızlık. Çünkü inançsızlık varolmanın değil yok olmanın başlangıcıdır. Ben bu yazıyı inancımı yitirmemek için yazıyorum mesela, aklımda Ece Temelkuran’ın uyarısıyla:
“Çünkü faşizm insana olan inancın tamamen ortadan kalkmasıdır.”
***
İnsanın güvence içerisinde temel ihtiyaçlarını onurlu bir şekilde karşılayabilmesi durumu olarak tanımlayabiliriz en basitinden sosyal adaleti. Apaçık ortada ki her geçen gün bir o kadar daha uzaklaşıyoruz sosyal adaletten. Sınıflar arasındaki uçurum her geçen gün açılıyor. Bu yetmezmiş gibi bir de siyasal adaletsizlik yaratıyoruz. İnsanımızın karar alım süreçlerine katılımı, kendi kaderlerini etkileyen kararlara katılabilmeleri ve denetleyebilmeleri noktasından gün geçtikçe uzaklaşıyoruz.
Bence boykottan depolitizasyona, siyasetin bencil ve özelleşmiş halinden “size sığındık” diyerekten çaresizce oy veren vatandaşa kadar çok geniş bir kesim siyasal adaletsizlikten etkileniyor. Hal böyle olunca siyasetimiz sınırlı olan insan kaynağından da mahrum kalıyor. Bu durum statükonun sürdürülmesinden yana olan sağ siyaset için sıkıntı yaratıyor gibi görünse de esas olarak varlığını sürdürmesinin gerekçesi ve politikalarının sonucundan ibarettir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki sağ politikaların sürdürülebilmesi için pek de kollektif bir eyleme gerek yoktur. Sol siyaset için ise bu durumun devamı, solun varlığını anlamladıran ve toplum için sol politikaların gerekliliğinin önemini ön plana çıkarmakla birlikte, sol siyasetin politikalarını sürdürebilmesi ve tüm kitlesel mobilizasyonu kollektif harekete geçebilmesine bağlıdır.
***
İşte geride bıraktığımız genel seçimde kitlesel mobilizasyondan yoksun bir sol vardı. Örgütsel faliyetlerindeki zayıflık, kendi kitlesinin dışına dokunmayan bir süreci geride bırakıldı. Çetin Altan'ın ünlendirdiği deyişi solumuza uyarlayarak söylersek eğer, “sol'un sol'a propagandası!” yapıldı. Çok farklı demokratik kesimlerden bireylerin hem aday listelerinde hem de örgütlerin içerisinde bulunduğunu göz önünde bulundurursa artık yıllardır aynı kalan bir gerçekliği sorgulama zamanı gelmiş demektir.
Solumuzun artık soğuk savaş döneminden kalma, Sovyetler Birliğinde yer bulan Komünist Parti yapılarından esinlenen, tek tipçi ve merkeziyetçi bir örgütlenme modeli ile demokratik anlamda gerçek bir başarı sağlayamayacağını kabullenmesi gerekiyor. Biliyorum birçokları kadın hareketinden, feminist hareketten, LGBTİ+ler, ekolojik aktivistlerden, sendikal hareketin içerisinden gelen birkaç kişiyi toplum önünde veya parti içerisinde aday gösterince tek tipçi siyasetin sona erdiğini ve tüm demokratik kesimleri kucakladıklarını sanıyorlar. Oysa ki bu dışarıya karşı yapılan güzel bir makyajdan öteye gitmeyen, politik anlamda değişime yol açmayan bir hamleden öteye maalesef gitmiyor.
***
Yeni sol örgütsel tahayyül gençlik hareketinden kadın hareketine, feminist hareketten LGBTİ+ oluşumlarına, ekolojik hareketten parti dışı emek hareketlerine ve tabi ki nedeni ne olursa olsun dışlanan ve ezilen kesimleri artık bileşen olarak almayı kendine bir hedef olarak belirlemelidir. Peki neden temsiliyet değil de bileşen? Yapılacak davetin kişiden önce mücadeleye olmasının önemini kavramaktır her şeyden önce. Siyaseti en katılımcı şekilde tabana yaymanın en somut adımıdır. Özgürlüklerine, farklılıklarına ve tabi ki kendi kararlarını kendilerinin alabileceği özerk alana saygı duymaktır. Düşünsenize kadınların varlıklarının sadece sayılar veya birkaç kişinin tekeli üzerinden ifade edilmesi yerine, kadınların kendilerine özel alanlardaki siyasetlerini kendilerinin ürettiği, bu siyasetin her kademedeki temsiliyeti için kendilerinin karar verdiğini. LGBTI+ların haklarıyla ilgili çağ dışı bir noktadayken, yapılacak bir değişimle bir bileşen olarak siyasi arenaya hep beraber merhaba dediklerini. Bu düzenle bizlerle birlikte doğayı da tüketirken, ekolojik mücadelenin siyasette yaratacağı dönüşüme omuz vermek ne güzel olurdu. “Hızlı hareket edersek burası hala yaşanabilir bir Kıbrıs olabilir” diye haykıran gençler kendilerini doğrudan ilgilendiren konularda kendi siyasetlerini kendileri üretip, dillendirseler bu düzenin yerini yepyeni bir düzen almaz mı sanıyorsunuz?
Hadi gelin kabul edin artık… özeleştirinin ve değişimin tam zamanı. Heterojen demokratik talepleri ancak farklılıklarına ve mücadelelerine saygı duyarak saflarımıza katabiliriz. Ancak o zaman genişleyebilir ,güven duyabilir, dayanışabilir ve birlikte yürüyebiliriz. Unutmayın sol her şeyden önce değişimden yanadır, siyasal ve toplumsal dönüşümün destekçisidir. “İlerici” oluşu tam da buradan geliyor. Bugünlerde ilerlemek “demokrasiyi demokratikleştirmek” demek.
Gelin hatırlayalım son noktayı koyarken Figen Yoldaş’ın “ileri” deyişini:
“ Yürümeli bir uçtan bir uca
kimsesiz sokakları
Durmak düşmektir bu zamanda
tarihin sarp uçurumlarına
…”