Demokratik Açık ve Atanan Müzakereci
Demokratik Açık ve Atanan Müzakereci
Mertkan Hamit
[email protected]
Kıbrıs Sorunu’na çözüm bulunması için iki tarafın liderlerinin yaklaşık altı aydır üzerinde uğraştıkları ve artık yılan hikâyesine dönen ‘ortak metin’ en sonunda açıklandı. ABD’nin de aktif rolünü hesaba kattığımızda, Kıbrıs Sorunu ile ilgili olarak uluslararası toplumda yeni bir iradenin oluşmaya başladığını söyleyebiliriz. Yeni başlayacak olan süreç, belki de 50 yıldır devam eden Kıbrıs Sorunu’nun artık bir sona ulaşacağı süreç dahi olabilir. Buna rağmen, 50 yıldır sonuçsuz devam eden çözüm girişimlerinden ötürü insanın her koşulda bir miktar kuşkuya sahip olması çok da şaşırtıcı olmasa gerek.
Son derece kritik bir sürecin başlayacağı bu günlerde, birçok insanın hayatına etki edecek kararların alınacağı bu meselenin son derece hassas olduğunu söyleyebiliriz. Müzakereler ile beraber barış sürecinin de başarılı bir biçimde sürdürülmesi ise sadece liderliklerin görüşmelerdeki performansına bağlı değildir. Aynı zamanda halkın da yaşanılan sürecin ve oluşturulması hedeflenen federasyonun bir parçası olduğundan emin olması zaruridir. Her ne kadar yüksek viteste müzakerelerin sürdürüleceğine yönelik bir beklenti olsa da, bu düzeyde gerçekleşecek bir tren kazasının sonuçlarını hiçbir siyasi parti veya kişiliğin taşıyamayacağı aşikârdır. Bu noktada, Ankara gibi temkinli davranmak isteyen Derviş Eroğlu’nun, Güney’deki mevkidaşı gibi ‘müzakereci’ belirleyerek yoluna devam etmesi, kendisinin emniyet sübabı arayışı olarak da görülebilir.
Bu noktada, müzakereci atama sürecine biraz daha yakından bakmanın önemini vurgulamak istiyorum. Çünkü, müzakereci sıfatına sahip olan kişinin, çözüme yönelik konularla ilgili olarak karar verme yetkisine sahip olduğunu, bu sebepten ötürü de toplumun iradesini doğrudan yansıtması gerektiğini kabul etmemiz gerekir. Buna rağmen bu yetki halk tarafından seçilmemiş bir kişiye devrediliyorsa, halkın iradesini yansıtması ancak halk tarafından seçilmişlerin, o kişiye iradelerini devretmeleriyle mümkün olur. Müzakereci olarak belirlenen kişinin bu durumu sağlayamaması halinde ise, belirlenmiş yetkilinin gücü sorgulanmaya açık hâle gelir ve muhtemelen ciddi bir kitlenin kendisine şüpheyle yaklaşmasına neden olur.
Buna karşı çözüm de içeren bir örneği Kıbrıs Rum toplumunda görebiliriz. Bilindiği üzere, Kıbrıslı Rum Başkan, kendi adına müzakereleri yürütmek için Andreas Mavroyannis’i atamıştır. Fakat bu sürecin nasıl oluştuğunu hatırlamakta yarar var.
Kıbrıs Cumhuriyeti başkanlık seçimlerinde Anastasidis, ilk turda Giorgos Lillikas ve Stavros Malas karşısında % 45.46 oy aldı. İkinci turda ise Stavros Malas karşısında % 57.48 oy alarak Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı seçildi. Nikos Anastasiadis, başkanlık sıfatına rağmen, kendisini desteklemeyen % 42.52’lik nüfusun da iradesini ciddiye alarak müzakereci konusunda tek başına karar vermedi. Bunun yerine konuyla ilgili olarak Ulusal Konsey’i topladı.
Ulusal Konsey, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın, Kıbrıs Sorunu ile ilgili en yüksek danışma organıdır. Kıbrıs Rum Ulusal Konseyi, Cumhurbaşkanı’nın yanı sıra, ana muhalefet lideri, mecliste temsil edilen tüm parti liderleri, eski cumhurbaşkanları, kilise temsilcisi ve Rum Milli Muhafız Ordusu komutanlarından oluşur. Böyle bir yapıya sahip Ulusal Konsey’de Andreas Mavroyannis oy birliği ile müzakereci olarak belirlenmiştir. Bu şekilde belirlenen müzakerecinin, halk tarafından seçilmemiş olmasına rağmen Kıbrıs Rum toplumu içinde demokratik olarak temsiliyetinin sağlandığını söyleyebiliriz. Böylelikle, Kıbrıslı Rum toplumu adına müzakereleri yüretecek kişinin toplumun iradesini de temsil ettiğini iddia edebiliriz.
Kıbrıs Türk tarafında ise bunu göremiyoruz. Müzakereci olarak belirlenen isim olan ve daha önce özel temsilcilik görevini yerine getiren Kudret Özersay’ın Kıbrıs konusuyla ilgili donanımı ve tecrübesi üzerine söyleyecek herhangi bir sözüm yok. Buna rağmen, müzakereci olarak belirlenme biçiminin, kendisi ile özdeşleyen Toparlanıyoruz Hareketi’nin demokrasi ve irade meselesiyle ilgili taleplerine de ters düştüğünü belirtmeliyim.
Konuyu daha net bir biçimde ortaya koymakta fayda var. KKTC Cumhurbaşkanlığı’nın web sayfasına göre, 7 Şubat 2014’te Derviş Eroğlu’nun Meclis Platformu ile bir araya gelmesinin ardından ‘ortak metin’ Kıbrıs Türk toplumu tarafından kabul edilmiştir. Bir gün sonra, yani 8 Şubat 2014 tarihinde ise, Doç. Dr. Kudret Özersay’ın ‘müzakereci’ olarak belirlendiğine dair açıklama yapılmış ve bu talebin doğrudan Derviş Eroğlu tarafından geldiği belirtilmiştir. Yapılan açıklamada, Kudret Özersay’ın müzakereci olarak belirlenmesinde Meclis’te temsil edilen siyasi partilerin desteğini alıp almadığına dair herhangi bir bilgi verilmemiştir.
Bu noktada, siyasi irade ve demokratik tercihlerin sessizleştirilerek teknik bir karar verilmiş olması gibi bir durum yaratılmıştır. Oysa ki, halk tarafından seçilmeyen bir kişinin, halk iradesini yansıtması demokratik ilkelere aykırıdır. Biraz daha detaylı düşünürsek, 23 Nisan 2010 tarihinde % 50.4 oyla cumhurbaşkanı seçilen ve 28 Ocak 2014 tarihinde Realist gazetesinin KADEM’e yaptırdığı ankette % 40 oy oranına sahip olduğu iddia edilen Derviş Eroğlu’nun, toplumun çoğunluğunun iradesini dahi temsil edemediğini söyleyebiliriz. Bu noktada, Kıbrıs Türk toplumunun müzakere masasındaki iradesini temsil edecek kişinin Cumhurbaşkanı tarafından –muhtemelen Türkiye Dışişleri’ne danışılarak– belirlenmiş olması demokratik açık yaratır.
Bu aşamada yapılan yöntemsel yanlışlığın, demokrasiyi ve demokratik değerleri hiçe sayan bir anlayışın ürünü olduğu aşikârdır. Buna rağmen, demokratik olarak bir yanlışlığın yapılmış olması, bunun üstesinden gelinmesi için ince ayarın yapılamayacağı anlamına gelmez. Buradaki demokratik açığın üstesinden gelinmesi ve demokratik pratiklerin çoğalması için bu aşamada aklıma iki yöntem geliyor.
Birincisi, en azından Meclis’teki partilerin Kudret Özersay’ın müzakereci görevine atanmasına destek belirterek toplumun iradesinin yansıtıldığına yönelik bir eğilim belirlemeleri şeklinde olabilir. Eğer Meclis’teki siyasi partiler Kudret Özersay’ın iradelerini temsil etmediğini düşünüyorlarsa, KKTC Meclisi ile KKTC Cumhurbaşkanı’nın uzlaşacakları yeni bir ismi belirleme çalışmalarını başlatmaları gerekir. İkinci yöntem ise, müzakere sürecinde Özersay’ın demokratik iradeyi temsil etmesi açısından Meclis’teki tüm partilerin ve belki de sivil toplum örgütlerinin seçilmiş temsilcilerinden oluşan bir kurulun belirlenmesi, bu kurulun üzerinden bir irade gösterilmesi şeklinde olabilir. Bu yöntem, göreceli olarak müzakerecinin yetkisinin meşru olduğuna dair bir ikna potansiyeli barındırabilir.
Günün sonunda, çözüm müzakereleri, ideolojik farklılaşmalardan çok pragmatik sonuçlara yönelik bir hareket alanına ihtiyaç duyar. Buna rağmen, çözüm sürecinin herhangi bir noktasında, temel siyasi norm olarak demokrasinin bir kenara bırakılarak tek adam ya da az adam stratejisinin izlenmesi kısa zamanda çözüm-şüpheciliğini arttırabilir. Bu noktada, çözüm-şüpheciliği riskini öngörmeden hareket etmek, günün sonunda oluşturulacak olan çözüm planının referandumda gerekli olan İKİ EVET’in birini riske atmak anlamına geleceği unutulmamalıdır.