1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Deprem, Şehir Ve Ütopya Üzerine Düşünceler
Deprem, Şehir Ve Ütopya Üzerine Düşünceler

Deprem, Şehir Ve Ütopya Üzerine Düşünceler

Ütopyanın, sosyal ve siyasal uygulamaların fiziksel bir izdüşümü olduğunu hatırlayınız. Dolayısıyla ütopyacı yaklaşım, günümüz kentlerinin üzerinde süzülen yıkıcı atopik gücün dönüştürülebilmesi için kayda değer bir potansiyele sahiptir.

A+A-

Gizem Caner
[email protected]

Depremi felakete çeviren, yüzyıllardır inşa ettiğimiz uygarlığımızın, ekonominin ve kentlerin çürüklüğü. Kuralsız serbest piyasanın gelişmesi, ekonomik gücün belirli merkezlere yığılması ve bu yığılmayla nüfusun aşırı şişmesi, kentleri içinden çıkılamaz bir biçime dönüştürüp yıkımın kaçınılmaz hale gelmesiyle sonuçlanıyor (1).

Naif görünmek pahasına, bu kısır döngüye mahkûm yaşayış biçimimize ve düşünce tarzımıza, bir müdahale yoluyla değinmek istiyorum. Bir yöntem olarak ütopyacı düşünceyi deprem bağlamında irdelemek, bildiğimiz sorunlara farklı bir bakış açısı ile yaklaşmamızı sağlayabilir. Felaketlere maruz kalmış ülkelerde, toplumsal hareketlerdeki ütopyacı kıpırtıların izlerini sürerek, Kuzey Kıbrıs’ta bu kıpırtıların varlığı üzerine bir sorgulama yapmak istiyorum.

 

Ütopya...

Sir Thomas More bundan 500 yıl önce Latince bir kitap yazdı. Kitabına seçtiği ve içeriğini edebi bir nüktedanlıkla bizlere aktardığı isim, Utopia oldu (2). Bu aslında, çeşitli Yunanca kelimelerin kaynaşmasından meydana gelen uydurma bir kelimeydi: au – olmayan; eu – iyi, güzel; topos – bir yer; ia – bölge anlamı türeten bir sonek (3).

Her ne kadar 16. yüzyılda ortaya çıkmış gibi görünse de, ütopyacı düşünce, insanın var oluşundan beri meyilli olduğu bir pratik. Paganlardan beri birçok kültüre ait efsanelerde yer alan dünyevi cennetler veya Altın Çağ betimlemeleri, ideal insanlık durumunun görüntüleri, yeniden ulaşacağımız o güzel zamanlar ve mekânların hayali, insanlara yaşam kaynağı olmaya devam ediyor. Zira iyisiyle kötüsüyle, gelecek zaman mefhumu insanın ayrılmaz bir parçası.

Gündelik yaşantımızın karamsarlıklarını aşmak için ütopyacı düşünceyi sürekli olarak kullanıyoruz. Bunun dışavurumu genellikle sanatsal bir biçim alıyor. Edebiyat ve sinema dünyasının, bugün ütopyayı en yoğun olarak kullanan alanlar olması boşuna değil. More da hiciv kullanarak aktarıyor Hythloday’in (palavracı) Ütopia’daki maceralarını.

Hiciv damarı, zamanla, ayrı bir alt tür olan distopya ve antiütopyanın doğmasına neden oldu. Özünde eşanlamlı olarak ele alabileceğimiz bu iki terim, zaman zaman farklı koşulları anlatmak için kullanılıyor. Distopya, bir yerlerde bir şeylerin ters gitmesiyle oluşan kabusvari ortamları, antiütopya ise, ütopyanın tam karşıtı durumları tarif edebiliyor. Esas mesele, bu terimleri ütopya ile kıyasladığımızda gün yüzüne çıkıyor.

Bizler, ütopyanın fiili olarak asla var olamayacağına inanırken, distopyanın dünya üzerinde (geçmişte, şimdide ve gelecekte) var olduğunu veya olabileceğini düşünüyoruz. Hâlbuki distopya / antiütopyalar da özünde ütopyacı düşüncenin ürünü (“ya hep beraber, ya hiçbirisi” de diyebiliriz). George Orwell’in 1984’ü, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı gibi distopik romanlar, aslında ütopya karşıtı değil, aksine ütopik hayaller içeriyorlar. Ortak noktaları, yaşadığımız dünyayı hicvederek, bu dünyanın bu şekilde devam edemeyeceğini ileri sürmeleri (4)!

 

Ütopik Fiyasko Olarak Günümüz Kentleri

Yer kavramının ütopyaya içselliği, hayal edilen mekânların genellikle ideal bir düzene sahip kentsel peyzajlar olmasına neden oluyor. Bugün yapılaşmış çevre ile uğraşan insanlar da bu ideal yerlere ulaşmak için, uzun zamandır inşa ettiğimiz fiziksel çürümüşlüğü durdurma çabasındalar. İdeal kent geleneğinin esas dayanağını oluşturan bu uğraş; “insanların yarattığı siyasi ve toplumsal kurumlar, yaşadıkları kentlerden daha hızlı çürümektedir”(5) önermesine dayanıyor.

Bu önermeye ilham veren, antik şehirlerin hala ayakta olmaları. Lewis Mumford (6),  ilk ütopyanın kentin bizzat kendisi olduğunu iddia eder ve bu kentlerin birer sanat eseri, tanrıya adanmış yerler olarak tasarlandığını söyler. Benzer şekilde, Kumar da, “İdeal kent, tanrısal düzendeki makrokozmik sistemin, mikrokozmik yansımasıydı” (7) der.

Günümüz kentlerinin bu anlayıştan çok uzaklaştığı kuşku götürmezdir. Şehirler artık, kapitalizmin yol açtığı aynılaşma sonucunda, bütün kutsallığını yitirmiş sıradan coğrafyalardır (8). Küreselleşmenin etkisiyle tek-tipleşen mimari yapılar, otoyol bağlantıları, süpermarketler, otopark alanları, alışveriş merkezlerinin oluşturduğu bir kentsel tipoloji içerisinde yaşıyoruz. Gregotti (9) bu tür alanları, ütopyacı düşüncenin etkisiyle hiçbir yer (no place) olarak betimliyor ve “atopik kent” kavramını tartışmaya açıyor. Atopikliği, “yerleşme ilkelerinin, yer fikrinden başka bir şeye dayandırılan şeylerin saldırısı altında” olan kentler için kullanıyor.

Anarşist akıma mensup erken dönem ütopyacıları, sadece alternatif yapılanmış çevreler değil, alternatif toplumların da hayallerini kuruyorlardı. Bu yaklaşım, ütopyaların, sosyal ve siyasal uygulamaların fiziksel tasarısı olmasıyla örtüşürken, gerçekleşebilmeleri için toplumsal dönüşümün vazgeçilmez olduğunu anlatır. Günümüz şehirleri tasarlanırken, ortak yaşamın gerektirdiği kamusal sorumluluklara ilişkin düzenlemelerin dikkate alınmadığı aşikâr. Atopik şehirlerde yaşama sebeplerimizden birisi de budur.

Diğer yandan, birer ütopik fiyasko olarak günümüz kentlerini, mekân üretimi ile uğraşan meslekler babında betimleyen düşünürler, aynı zamanda bizlere, bu fiyaskoyu dönüştürmenin sadece ütopyalar ve ütopyacı düşünce ile mümkün olabileceğini hatırlatırlar. Aksi takdirde, ütopya olmadan, kentsel tasarım, planlama ve mimarlık, sermayeyi süslemekten başka bir uğraş olamaz diyecek kadar da ileri giderler (10). “İnşaat sektörü ve gayrimenkul yatırımlarının yaratıcılık üzerinde oluşturduğu bunaltıcı baskıya direnç göstermenin yolu ütopyacılıktır” (11).

 

Distopyadan Ütopyaya: Felaketin Ütopyası Olabilir Mi?

Maraş depreminde, çürümüşlük kendisini sadece inşaat malzemelerinde değil, siyaset ve sistemin her bir unsurunda açığa vurdu. Sermayenin önünde hiçbir engel tanımayan zihniyet, tektonik tabakaların hareketiyle bir anda dünyaya ifşa oldu. Üstüne üstlük, enkaz kaldırılırken sunulan inşaat odaklı vaatler, gelecek tahayyüllerinin merkezinde hala insanların olmadığını gösteriyor.

Solnit’in “felaket ütopyası” kavramını öne sürdüğü kitabı (12), bu karanlıkta bir ışık doğabileceği umudunu aşıladığı için dikkate değer. Her ne kadar felaketten medet ummakla küçümsense de (13),  afet coğrafyalarında yeşeren toplumsal hareketleri küçük ütopik dürtüler olarak değerlendirerek, farklı sosyolojik düşüncelerin filizlenmesine imkân tanıyor. Ekonomik kriz, kasırga, savaş ve deprem gibi olayların felakete dönüştüğü durumları inceleyerek, her birinde toplumsal aktörlerin dayanışma odaklı yatay örgütlenme biçimlerinin ütopyacı potansiyeller barındırdığını örneklerle gösteriyor. Depremin Meksikalıları nasıl dönüştürdüğünü şu satırlarla anlatıyor:

“1985 Mexico City Depremi boyunca Meksikalılar birbirlerini keşfettiler, kendi güçlerinin farkına vardılar, her şeye gücü yeter ve her yere nüfuz eder gibi görünen bir hükümete ihtiyaç duymadıklarını anladılar. Ve keşfettikleri şeyin kaybolmasına izin vermediler. İşte bu, ulusu yeniden şekillendirdi.”(14)

Afetin toplumsal dönüşüme etkisinin bir diğer çarpıcı örneği de, Maraş depremiyle büyük benzerlikler gösteren,  Çin’de 87 bin cana mal olan, 2008 Sichuan depremi. Müteahhitlerin rüşvetle ihaleleri alıp malzemeden çalarak yaptıkları binlerce okul binasının çökmesi sonucu ölen 10 bin çocuk, günlerce yapılamayan arama kurtarma çalışmaları, neredeyse tüm kamu binalarının yerle bir olması sonucunda, bir toplumsal kırılma yaşandı (15). Geleneksel olarak otoriter bir yapıya sahip olan Çin devletinde, Meksika’da yaşanan felaket ütoyapsına yanaşan bir toplumsal örgütlenme ve sivil toplum bilinci oluştu. İlerleyen yıllarda, afete karşı hazırlıklı olma kapasitesinin geliştirilmesinin yanında (16), sınıfsal kapsayıcılık, katılım gibi temel toplumsal ilkelerde de kalıcı bir iyileşme gözlemlendi.

Yatay toplumsal örgütlenmeler, devletlerin otoriter reflekslerini harekete geçiriyor elbette. Çin devleti, afetle mücadelede gelişme sağlarken kendi meşruiyetinin azaldığını fark edince, toplumsal örgütlenmeyi zedeleyecek adımlar atmaya başladı. Türkiye’de de deprem sonrasında gözlemlenen benzer saldırganlıklar, artçı sarsıntıların siyasette sürdüğünü gösteriyor ve “felaket otoriterliği” çanlarını çaldırıyor (17).

Maraş depreminin Türkiye’deki toplum ve siyaset zeminini değiştireceğini söylemek iddialı olmayacaktır. Bugün Türkiye kamuoyunda, afet dayanışmasının yarattığı yatay örgütlülüğün nasıl kalıcılaştırılabileceği üzerine yoğun bir tartışma dönüyor (18). Hasar tespitinden kentin tasarımına kadar tüm süreçlerde daha katılımcı ve rant karşısında halkın seferberlik göstererek direnebileceği zeminlerin nasıl üretilebileceği üzerine fikirler sunuluyor.

Dayanışmanın, toplumsal bir dönüşüme evrilme olasılığı saflık derecesinde olumlu bir yorum olarak görülebilir, ancak, içten gelen bir ihtiyacın ürünüdür. Ütopyanın, sosyal ve siyasal uygulamaların fiziksel bir izdüşümü olduğunu hatırlayınız. Dolayısıyla ütopyacı yaklaşım, günümüz kentlerinin üzerinde süzülen yıkıcı atopik gücün dönüştürülebilmesi için kayda değer bir potansiyele sahiptir. Distopik dünya tasvircilerinin bizlere göstermeye çalıştığı gibi, mevcut durumun bu şekilde devam edemeyeceğini kavramamız ve çürümeyi tersine çevirmek için ihtiyaç duyduklarımızla hâlihazırda donatılmış olduğumuzu bilmemiz yeter.

 

Kuzey Kıbrıs’ta Ütopyacı Kıpırtılar

Türkiye’de yaşanan deprem, sadece zemini değil, hayatımızın her alanında bizleri de sarstı. Bir anda bilgiden / bilimden yoksun ve de bunlara aç olduğumuzu fark ettik. Yerbilimleriyle, inşaat ve yapılaşmayla ilgilenen yerli uzmanlar, neredeyse pop yıldızları gibi ilgi görmeye başladı. Oysa ki afete dayanıklı şehirler konusu dünyada 1980’lerden beri tartışılıyor ve özellikle batı toplumlarında, çağdaş şehircilik anlayışları bu doğrultuda gelişiyor. Ancak yaşadığımız coğrafyada, bu konudaki toplumsal bilinç ve farkındalık noksanlığı, kuruntularımızın büyüyerek gelişmesine neden oluyor.

Bu endişe atmosferi içerisinde, toplumumuz bugün ciddi yaşamsal değişimlerin eşiğinde. Bu sarsıntı bizleri kendimize getirdi ve değişimin şart olduğunu idrak etmeye başladık. Bir örnekle açıklayayım. Depremin ikinci gününde Meclis’e sevk edilen İmar (Değişiklik) Yasa Tasarısı’nın kabul edilemez olduğu (Maraş depremindeki en büyük sorunlardan birinin İmar Affı olması gerçeğiyle birleşerek) yüzümüze tokat gibi çarptı. Yapılmak istenen değişikliğin sadece depremle değil, demokrasi ve insan haklarıyla özdeşleşen bir konu olduğu, halkın da bu konuda bir taraf olabileceği sivil toplum örgütlerinin çabası ile aktarıldıkça, sesini daha çok yükselten toplum, hükümete karşı direnme hakkını kullandı. Bugün İmar Yasası değişikliğinin geri çekilmesinin en büyük sebebi de işte bu felaketin tetiklediği ütopyacı kıpırtı.

Ben bu ütopyacı hareketlenmenin daha ileriye taşınabileceğini hayal etmek istiyorum. Bunun için, öncelikle, içinde yaşadığımız karşıtlıklar dünyasını aşacak bütünleştirici yaklaşımlar geliştirmeliyiz. Doğaya karşı insan, kente karşı kır, ranta karşı emek, materyalizme karşı idealizm... Devlet kurumları, belediyeler, sivil toplum ve farklı sosyal gruplar arasındaki bağlar güçlenmedikçe, insanın doğa, kentin kır, rantın emek ve maddenin fikirler üzerinde kurduğu hegemonya devam edecek.

Halk olarak, içimizde taşıdığımız politik gücün farkına varmamız gerek; İmar Yasası süreci bunu bize biraz olsun göstermedi mi? Kıbrıs’taki sivil toplum kapasitesinin geleneksel temsilcileri sayılabilecek oda, birlik ve sendikalar öyle eylemler, öyle pratikler yapsın ki, bir kez bu pratiğin içine girenler, çıkmak istemesin. Olabilecekleri, olmasını istediklerimizi birlikte kurgulayalım, açıkça dile getirelim ve hep birlikte savunalım.

Bir ortak adalet duygusu geliştirmenin en sağlam yolu hepimizin aynı gemide olduğunu algılamaktan geçer. Yıkımların en büyük sorumlularından biri olarak görülen müteahhitler de, daha iyi ve çağdaş koşullarda yaşamayı istiyorlar. Yaşanabilir şehirler hepimizin arzusu. Birileri, bir yerlerde her zaman kâr elde edecek. Ancak kâr elde edilirken, önceliklerimizin ne olduğu konusunda, asgari müştereklerde birleşerek hemfikir olmayı başarmamız gerekiyor. Bunun yolu uzlaşmadan, savunuculuktan ve hakkımızı talep etmek için örgütlü hareket edebilmekten geçer.

Bugün mevcut örgütlerimiz etkisizleştirilmeye çalışılıyor; çünkü örgütlü her topluluk güce işaret eder, birilerinin kazandığı güç de diğerlerinin kaybettiklerine. Örgütlü hareketlerin güçlerini devam ettirebilmeleri, insanları ortak bir hedefe yöneltme kapasiteleri ile doğrudan ilişkilidir. Bu kapasitenin geliştirilebilmesi için her birimizin farklı bilgi, beceri, potansiyel ve yeterliliklerinden yararlanmamız gerekiyor. Birlikte hareket etmemiz, birlik olmamız gerekiyor.

Yanı başımızdaki felaket bizi tetiklemiş olabilir ama geleceği hayal etmek için başka bir felaketi beklemeye gerek yok. Hâlihazırda sayısız platform, dernek, örgüt, kuruluş var kendi çevresini, şehrini ve mahallesini korumaya çalışan. Toplanalım ve çok basit bir soruya cevap arayalım: “Nasıl bir şehirde yaşamak istiyoruz?”. Arsız yapılaşmasıyla gözlerimizi yaşartan İskele’den başlayalım mesela. Kâr odaklı siyasete alternatif platformlar geliştirelim ve tek ses olana kadar da durmayalım.

Ütopyacı düşüncenin bize sunduğu dayanılmaz hafiflikle tüm bunları hayal etmek mümkün. Aslında, yaşadığımız yere saygı duysak ya da saygı duyulabilecek bir yerde yaşamak için çabalasak sanırım büyük bir iyileşme göstereceğiz. Yerelciliğe verilen önemi, ancak bu saygı ile özgünlüğe ve benzersizliğe gösterdiğimiz özenle geliştirebiliriz. Fazlasına gerek yok, biraz sadakat, bireycilik yerine toplumsal fayda, azıcık da kamusal vicdan.

 

Kaynakça:

  1. Emrah Maroşo, a.g.e.
  2. Thomas More, Utopia, Kültür Yayınları, 2000.
  3. Krishan Kumar, Ütopyacılık, İmge Kitabevi Yayınlar, 2005.
  4. “Dayatılan anti-ütopyaya karşı gerçek biziz!”. 09 Aralık 2020.
  5. Kumar, a.g.e, s.29
  6. Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği Dönüşümler ve Geleceği, Ayrıntı Yayınları, 2019.
  7. Kumar, a.g.e, s.26
  8. Gülşah Güleç. “Atopya, Kent ve Teknoloji: Atopik Kent Dilinin Değişimi”, İdeal Kent, Kent Araştırmaları Dergisi, 2020.
  9. Vittorio Gregotti, “Mimarlığın İçinde”. 2015. Janus Yayıncılık.
  10. Methiye Gül Çöteli, “Ütopya Düşüncesinin Şehir Planlama ve Tasarım Eğitiminde Kullanımı: İradesiz Ütopyacılık”, 2018. Tasarım Kuram Dergisi, Sayı 26.
  11. Nathaniel Coleman, Utopias and Architecture, Routledge, 2005, s. 332.
  12. Rebecca Solnit, A Paradise Built in Hell: The Extraordinary Communities That Arise in Disaster, Penguin Books, 2009.
  13. Esra Akgemci, “Acı gerçek: Felakete ihtiyacımız yok!”, T24 Bağımsız İnternet Gazetesi, 26 Mart 2020. Jesse Walker, “Disaster Utopianism”, Reason Magazine, Mayıs 2010.
  14. Solnit, a.g.e., (aktaran) Esra Akgemci, “Doğal olmayan afet, "felaket ütopyası" ve "sınıfsal deprem": Meksika'dan dersler”, T24 Bağımsız İnternet Gazetesi, 26 Şubat 2023.
  15. Ceren Ergenç, “Devletin kibri, halkın fendi – 2”, Evrensel Gazetesi, 22 Şubat 2023.
  16. İnşaat yönetmeliklerinin yeniden düzenlenmesi, deprem uyarı sistemlerinin dijitalleşmesi, yerelde örgütlenen arama kurtarma ekipleri gibi önlemler sayesinde, 2022 yılında aynı bölgede yaşanan 6.7 büyüklüğündeki deprem çok daha iyi yönetildi (Bkz. Ceren Ergenç, a.g.e.).
  17. M. Sinan Birdal, “Afet Sonrası Otoriterlik”, Evrensel Gazetesi, 15 Şubat 2023.
  18. Ceren Ergenç, “Devletin kibri, halkın fendi – 1”, Evrensel Gazetesi, 21 Şubat 2023.
Bu haber toplam 3657 defa okunmuştur
Gaile 500. Sayısı

Gaile 500. Sayısı