Depremin Kaybettirdikleri
Deprem sadece takkenin düşmesine ve kelin iyice görünmesine vesile oldu. Aslında daha bu büyük ikiz deprem olmadan önce bile en değerli şeylerimiz kaybedilmişti.
Yılmaz Akgünlü
Kıyameti başka bir yerde ve zamanda aramayalım. Son depremlerle Türkiye’de gerçek anlamda bir kıyamet yaşanıyor. Savaşa giren ülkeler bile çoğu zaman bu ölçekte bir yıkım yaşamamışlardır. Örneğin, şu an halen devam etmekte olan Rusya-Ukrayna savaşında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, 24 Şubat'ta başlayan savaştan 26 Aralık tarihine kadar toplam 6 bin 884 sivilin hayatını kaybettiğini, bunların 429'unun çocuk olduğunu duyurdu. Her iki tarafın korkunç güçte silahlar kullandığı bu acımasız savaşta askerler dahil koskoca bir yılda 200 bin kayıp verdi.
Fakat Türkiye’deki yozlaşmış sistemle yıkıcılığı doruğa çıkan 6 Şubat ikiz depremlerinde şu ana kadar (12 şubat) açıklanan resmi rakam daha şimdiden, yani enkazlar kaldırılmadan 30 bin insanın öldüğünü söylüyor. Gerçek rakamın ise bunun çok daha fazlası olacağı ortadadır. 13 milyon insanı gece yarısı uykularının en derin anında yakalayan bir depremde, birçok şehirde neredeyse binaların yarısı yıkılmışsa bu enkazların altında en az kaç kişi olabilir? İktidarlarına zarar geleceğinden korkan otoriteler gerçek rakamı hiçbir zaman açıklamayabilirler. Ancak biraz hesap yapan bir kişi bu rakamları telaffuz etmeye bile korkar.
Hiçbir felaket bir ötekiyle kıyaslanamaz elbette. Ancak doğanın gücünü hafife almak en az savaşta düşmanınızı hafife almak kadar, hatta daha da büyük yıkımlar getirebilir. Bunu Türkiye’de aynı günde art arda olan iki depremin sonunda gördük. Bu gerçekten sözlerin yetmediği korkunç bir felaket, oturduğumuz yerde televizyonlardan bakarken bile tüylerimiz ürperiyor, aklımız duruyor, enkaz altında soğuktan donan insanları düşünürken gece sıcak yatağımız soğuyor, ancak buna rağmen depremi canlı kanlı yaşayan insanların duygularının binde birine bile ulaşamıyoruz. Bir anda milyonlarca insanın dünyası, kelimenin tam anlamıyla başlarına yıkıldı. Sayıları ölen insanlardan kat be kat daha fazla olan geride kalan depremzedeler ise ölümden beterini her gün yaşamaya mahkum, çünkü ellerindeki ve yüreklerindeki en güzel şeyleri kaybettiler.
Bu insanların yaşadıklarını anlamamız için kendi evimizde ya da yaşamımızda olan ve canımızı çok sıkan küçük bir aksiliği düşünelim. Diyelim bir kıyafetinizi kaybetmiş olsanız, bu ufak aksilik bile asabımızı bozup, huzurumuzu kaçırabilir, peki ya bütün yaşamınızı, evinizi, işinizi, ailenizi, sosyal çevrenizi, yaşadığını şehri kaybetmenin acısına ne demeli? Yaşamayan bilemez herhalde ve biz de anlayamayacağız tam olarak.
O yüzden muhtemelen hepimiz gelecekte böyle bir felaket bir daha yaşanmasın ya da etkileri çok daha az olsun diye kafa patlatıyoruz. Çünkü bunun ölümden bile kötü olduğunu biliyoruz. Depremden sonra adeta yaşayan ölülerden oluşan bir halk ortaya çıkacak. Bunu ancak o insanlarla yakından temas edenler biraz olsun anlayabilir. Psikolojik yıkıntı çoğu zaman fiziksel yıkıntı kadar kolayca ölçülemez. Hatta tam olarak onarılması ise çoğu zaman imkansızdır. Yeni binaları kısa sürede yapabilirsiniz, ama yeni insanları böyle kolayca inşa edemezsiniz. İnsanlar geçmişleriyle, sahip oldukları ve bağladıkları şeylerle insan olurlar. Ve bu insanlar bu korkunç travmayla yaşayacaklar ömür boyu. Travmalar elbette büyük bir imkanı da ortaya çıkarabilirler. Ancak bu manevi büyüme imkanı çoğu insanın hissedip yaşayabileceği bir şey değildir. Kültürümüz böyle yıkımlara insanları hazırlamaz, aksine insanları hep gündelik yaşanan pratik koşullara göre biçimlendirir. Yaşamın ötesinde, kayıp ve ölümle ilgili hazırlandığımız hiçbir şey yoktur. Kayıptan öğrenmeyiz, çünkü onu görmezden gelip yok sayan bir toplumsal sistemin içinde doğarız.
Kayıptan öğrenmeyiz, çünkü biz kendimizi yaşamın ustaları olarak görmeyiz. Biz sadece belli bir alanda uzmanlaşmış bir insanlarızdır. Hayatın uzmanları değil, toplumsal düzende bize görev olarak tahsis edilen minik bir parçanın uzmanları haline getirildik. Başımızı kaldırıp başka bir şeyler öğrenmeyelim diye de her defasında yeni bir krizle kafamıza vuruldu.
1999 Marmara depreminden sonra uzmanlar çıkıp bize devasa yıkımın nedenlerini anlattılar. Müteahhitler, onları denetleyenler, belediyeler, bakanlıklar vs. sorumlu tutuldu. Evet bunların hepsi de doğruydu ve yeni yönetmeliklerle yeni binalar yapılmaya başlandı. Peki ne oldu? İşte sonuç. Eskisinden hiçbir farkı olmayan hatta çok daha ağır bir yıkım. Demek ki hiçbir şey değişmemiş. Şimdi daha da iyi yönetmeliklerle, daha da güçlü görünen binalarla yeni bir depremi bekleyeceğiz ve muhtemelen sonuç çok benzer olacak.
Peki neden? Çünkü olayları doğru ve bütün olarak okumayı başaramıyoruz. Mümkün olan en geniş perspektiften bakmak yerine yüzeysel nedenlerde takılıyoruz. Çünkü yüzlerce, binlerce etken yerine iki üç etkene odaklanmayı daha kolay buluyoruz. Çünkü bize sorumluluk yüklemeyen, suçu başkalarının üzerine atan cevapların üstüne atlıyoruz.
Türkiye’nin bugün yaşadığı doğal, çevresel, toplumsal ya da ekonomik krizlerin ardında neler yatıyor? Uzmanlar sorunu açıklamakta yeterliyse ve gereken birçok şey yapıldıysa neden yüzbinlerce insan öldü, on binlerce bina yıkıldı? Evet gerekenler tam olarak yapılmadı doğru. Ama sarsıntı o kadar büyüktü ki iyi yapılan binalar bile ciddi hasarlar aldı ve oturulamayacak durumda. Onlarca şehrin sil baştan tekrar yapılması gerekecek. Gene de o şehirler yeniden inşa edilse de insanlar öldü, kalanlar işlerini, ailelerini kaybettiler. Orada onlarca şehir, yüzlerce yerleşim yeri aslında bir bakıma tamamen öldü.
Aslında hiç olmamalıydı. O şehirler o şekilde hiç kurulmamalıydı.
Önce Değerler Kaybedildi
Son elli yılda artan bir hızla dünyanın büyük bir bölümü köklerinden kopartılmış, değerlerinden uzaklaştırılmış olarak yaşamaya teşvik edildi. Bizlere yüksek apartmanlarda, yüksek teknolojili ürünlerle, birçok makinadan ve betondan oluşan sözde konforlu alanların mutluluk getireceği öğretildi. 1960’larda çevrilen bir Türk filminde, bir aile köyden şehre göç ederek ve bir apartmanın bodruma katına yerleşmişlerdir. Bu apartmanda kapıcılık yaparak geçimin sürdüren bu ailenin çocukları aralarında şöyle konuşurlar: “Artık biz de bu şehirde insan gibi yaşayacağız.”
Bir dönem toprağa, doğaya, sadeliğe, geleneğe ait değerlerin demode ve sıkıcı olduğu, fakirlik ve yoksulluk anlamına geldiği öğretildi. “Gelişmişlik ve ilerleme” denilen kavramlar toprağa ve doğaya yakın yaşayan toplumlara harika şeyler olarak empoze edildi. Kimse köylerde, kasabalarda mutlu olmuyordu artık. Çünkü büyük ve çok olan üstündü. Şehirlerde her şey daha büyük, daha çoktu, daha kalabalıktı şehirler ama içtenlikten, sadelikten, gerçek zenginlikten yoksundu. Aslında ne kadar çoksa o kadar az olan, ne kadar büyükse o kadar küçük olan bir yaşam biçimi yüceltildi. Ne kadar çok “Amerikalı” gibi yaşarsak o kadar ‘çağdaş’ ve o kadar ’var’ olacağımızı düşündük.
Bu sistemi hep beraber kabullendik, uygarlığı maddesel şeylerle tanımlayan bir sisteme bile bile kul köle olduk. Ve bu sistemin esiri olmaktan kurtulmadıkça öyle ya da böyle yıkılmaya ve yok olmaya mahkumuz. Deprem sadece takkenin düşmesine ve kelin iyice görünmesine vesile oldu. Aslında daha bu büyük ikiz deprem olmadan önce bile en değerli şeylerimiz kaybedilmişti. İnsanlar beton hapishanelerde yaşamaya başlamadan önce paranın en önemli güç ve değer olduğuna inandılar. Para sahibi olmakla gelen lüks hayat, evler, arabalar vs. ise gücün sembolleri. Sahte ve yıkılabilen bir güçsüzlüğü güç gibi algıladık.
Deprem, binaların yıkılmasıyla inkar edilemez bir şekilde maddi çöküşü ortaya çıkardı. Ancak değerlerin ve insanlığın çöküşü bu kadar kolay bir şekilde görülemiyor maalesef. Bizi insan olarak ortaya koyan ve gerçek gücümüzü veren şeyler inandıklarımız, sevdiklerimiz ve kutsal gördüklerimizdir. Onlar dışardan görülebilen şeyler değil, sıkı sıkıya tutup korumamız gereken şeyler, mekanik değiller. Özenle her gün bakılıp korunmaları gerekiyor onların. Eğer yıkılabilen şeyleri sever ve değer verirsek onlar yıkıldığına bizde yıkılırız. Oysa tersine, eğer insanlar arasındaki hoş ve güzel şeyleri, doğaya duyduğumuz hayranlığı, iç duygularımızdaki ilhamları dinleyip anlar ve seversek yıkılmaz, sarsılmaz derin bir köke ulaşmış oluruz.
Bütün insani sorunların ve çözümlerin kökünde kendimizi ve hayatı ne kadar ciddiye aldığımız ve sevdiğimiz ve onun sorumluluğunu ne kadar aldığımız olgusu yatar. Bu yaşam bize ait ve farkına vararak, cesaretle gerçekleri anlayıp bu gerçeklerin gereğince yaşamak da bizim elimizde.
Çürümüş, berbat ve insanlığa yakışmayan bir düzenin başka bir sonuç ortaya çıkarması beklenebilir mi? Bütün bu yıkımın sorumlusu kim diye soralım ve bu bozuk sistemi yaratan ve bundan ahlaksızca beslenen insanları yargılayalım. Ancak bunun yanında kendimizi de gözden geçirelim. Gerçekten çok kötü ve ruhumuzu boğan sistemler kurduk. Hepimiz bunun bir parçasıyız. Bunu değiştirmekten de sorumluyuz. Her şeyin temelinde acımasızca başkalarının önüne geçip daha fazla maddiyat elde etmeye çalıştığımız bu sisteme olan bağlılığımız var. Oysa ki insan hakikate ve mutluluğa elindeki fazlalıkları bırakarak, azaltarak varır.
Gerçekten güzel olan, hakiki ve kalıcı şeyler küçük, hatta kimi zaman zar zor duyulan ve elde edilen narin şeylerde gizlidir. Sahiplenerek elde edebileceğimiz değil, içimize çekerek kokusunu, tadını, özünü yakalayabileceğimiz şeyler bize daha sağlam bir mutluluk verir. Her gün aldığımız binlerce nefesle para harcamadan bu hislere sahip oluruz. Sabah serininde toprağın kokusu, bulutların rüzgarda yumuşak, sakin sürüklenişi, insanların içten gülümsemesi, iştahla yenen hafif bir yemek ve derin sohbetler bize gerçek kazanımlar getirir.
Uygarlığın tanımını artık bilim, teknoloji, sanayi, ekonomi gibi kavramlar üzerinden yapmamalıyız. Uygarlık içimizde biriken anlayış, yaşamı yorumlama gücü, sanatta alınan zevk, manevi çalışmaların verdiği geniş alanların hissedilmesi, vermek ve paylaşmanın hazzı ve nihayetinde her şeyle bir olarak akabilmenin eşsiz güzelliğindedir.
Yanlış bir uygarlık anlayışı bizi toplum olarak yıkıma götürür. Almanlar İkinci Dünya Savaşı öncesinde biriktirdikleri gerçek uygarlık eserlerine değil, savaş ve yıkım gücünün büyüsüne kapıldıkları için kendilerini hezimete uğratan bir savaşı başlattılar. Her büyük uygarlık güçle imtihanında yenildiği için yıkılmıştır.
Depremin yarattığı yıkımları, ekonomik krizleri, sosyal çözülmeyi elimizdekileri paylaşarak, şiirle, müzikle, hoş sohbetle yenelim. Şu anda depremden çok hasar almadan kurtulan insanların depremzedelere ellerini uzatma ve onlarla insanlığımızı yeniden kurma zamanıdır. Büyük krizler, büyük felaketler bir ulusun yeniden diriliş zamanlarıdır. Bu depremin enkazından insanlığın yeniden doğmasını dileyelim ve bunun için çalışalım. Büyük şeyleri elde etmek sızlanıp ağlamayı, kendine acımayı değil, özveriyle doğru şeyler için çalışmayı ve çevremizde olup bitenler hakkında bilinçlenmeyi gerektirir.