1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. Dersim dağlarındaki slogan ve Lefkoşa’daki bayrak
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

Dersim dağlarındaki slogan ve Lefkoşa’daki bayrak

A+A-

Türkiye’nin doğusunda 12 günlük gezinin finalinde bir sürpriz gerçekleşti. Karşımıza çıkıveren Munzur’un cazibesine kapılıp peşine düşünce kendimizi bir anda masal diyarı Dersim’de bulduk.

Erzincan yolunun artık kıraçlaşmaya başlayan doğası, Pülümür yoluna sapıp “Tunceli İl sınırından” girdiğinizde  yerini bir anda deli, coşkun bir yeşile bırakıyor. “İl Sınırı” derken aklınıza o bildik mavi “il sınırı” tabelaları gelmesin. Bir anda değişen sadece doğa değil, Erzincan yolundan basbayağı bir sınır noktasından geçerek giriyorsunuz Dersim’e. Yol askeri bir karakolla kesilmiş. “Dur! Araç Kontrol” uyarısı, üstüste dizili kum torbalarından oluşan barikatlar ve kimlik kontrol masaları var bu sınırda. Belli ki yakın zamana kadar burada askeri bir kontrol noktası varmış. Bu nokta artık boşaltılmışsa da kendinizi başka bir diyara girdiğinizi hissettirecek atmosfer yaratılmış devlet tarafından.

Çok değil, birkaç ay öncesine kadar buralarda devletin insanları canından bezdiren bir güç gösterisi yaptığının işaretleri her yerde. Pülümür girişinde dağa kocaman harflerle yazılmış “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sloganı karşılıyor sizi. Bu tür şeylere, Kürtlerin yoğun yaşadığı bütün yerleşim birimlerinde rastladık.

Tam kendi kendime “bir devlet neden dağa taşa bayrak çizerek, Türklük vurgusu yapan sloganlar yazarak kendisini hissettirmeye çalışır?” diye düşünürken aklıma Lefkoşa’nın her yerinden görünen meşhur ışıklı bayrak geliyor.

Bu öyle bir devlet ki Pülümür’ün dağına da, Lefkoşa’nın dağına da “buradayım” diye yazma çizme ihtiyacı hissediyor… Bunun aslında bir güç gösterisi olmaktan ziyade bir güvensizlik göstergesi, tekinsiz bir acizlik hissiyatının eseri olduğunu fark etmek ürpertici. O yazıyı ve o bayrakları dağa taşa yazıp çizen bir devletin yurttaşı olmanın yarattığı acıma duygusu aynı zamanda insanı sinirlendiriyor da… Kandırıldığınızı, kullanıldığınızı yakıcı biçimde fark etmenin öfkesi bu. Bize buraların vatan parçası olduğunu söyleyen devlet , buna ne buralarda yaşayanları ne de kendisini ikna edememiş olmalı ki özel olarak imzasını vurgulama ihtiyacı hissediyor. Daha önce gezdiğim hiçbir ülkede buna benzer bir uygulamayı ne gördüm ne işittim. Çok acı bir şey böylesi yüzleşmeler…

Bayburt’tan girip Kars’a, Ardahan’a, Ağrı’ya, Dersim’e uzanan Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu coğrafyada devlete duyulan kırgınlık ve güvensizlik artık hırçın bir kayıtsızlığa evrilmiş.
Bölge insanı zemberek gibi. Küçücük bir gülümseme, sıradan bir merhabanız bir anda masanıza oturan, hatta yolculuğunuzun bir bölümünde size eşlik eden, ederken de boşalırcasına yaşadıklarını sayıp döken insanlarla temas kurmanıza yol açıyor.

Konuşuyor insanlar… Mütemadiyen konuşuyor, anlatıyorlar ve siz, derdini tuhaf bir telaşla anlatıp dökme ihtiyacındaki bu insanlar karşısında susmaktan, başınızı öne eğip dinlemekten, dinlerken un ufak olmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz.

Utanıyorsunuz. Eziliyorsunuz. Neden biliyor musunuz? İnsanlar 30 yıl boyunca devletin, medyanın, resmi görüşün köşe bucak sakladığı akıl almaz eziyetleri sayıp döktükten sonra “ama biz kardeşiz… kim ayırabilir ki bizi?” diye noktalıyorlar tüm sözlerini…

Tüylerinizi diken diken eden bir final cümlesi bu… Doğu Beyazıt’ta da Ardahan’da da, Erzincan’da da, Dersim’de de aynı final cümlesini duymak insanı eziyor… “Kardeşiz biz!”
Şiddetin son 7-8 ayda neredeyse tamamen bitmiş olması bölgede çarpıcı bir rahatlık duygusu yaratmış. Bunu en çok Pülümür’den Dersim’e ilerlerken hissediyoruz. Akşam karanlığı çökmeden bir an önce Dersim’e ulaşmak, karanlığa dağlarda yakalanmamak telaşımız, yol boyunca Munzur kıyısında yüzen, çayını-kahvesini içen, yemeğini yiyen insanları gördükçe dağılıyor. Kimse “akşam karanlığı çökmeden güvenli bir yere geçeyim” tasasında değil artık. Bu duygu kısa sürede bize de geçiyor. Rahatlıyoruz ve rahatladığımızı fark ettiğimizi fark etmek de bizi sarsıyor… Birkaç saatlik yolculuk bizi böylesine gerdiyse, 30 yıldır, 40 yıldır, hatta 1938’deki utanç verici katliamı da hesap edersek, tüm bir cumhuriyet tarihi boyunca bölge insanının yaşadığı tedirginliği düşünüp, bizim şu birkaç saatlik “beyaz” yolculuğumuzda hissettiğimiz tedirginlikten utanmamak elde değil.

İnsanlar bugün iyice hafifleyen bunca yıllık devlet baskısına karşı nasıl direnip ayakta kalabildiklerini küçük ama anlamlı sembollerle ifade ediyorlar. Resmi adıyla Tunceli kent girişinde Türkçe ve Kürtçe “Dersim’e hoş geldiniz” tabelası konmuş. Devletin 1938’de bizzat Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’i de kullanarak gerçekleştirdiği utanç verici katliamın ardından adeta katliamla gurur duyarcasına ve halkıyla alay edilircesine adı değiştirilen kent, Tunceli resmi adına karşılık Dersim adını yaşatmayı başarmış. Bütün bir bölgede adı değiştirilen her köyün tabelasında artık giderek artan sayıda Kürtçe isimlerini de görmek mümkün. Devlet, yerleşim birimlerinin adlarından başlayarak uygulamaya soktuğu “Türkleştirme operasyonunun” boşunalığını 70 yıl sonra anlamış mıdır acaba?

Bu “ad değiştirerek önce hafızaları ele geçireceğini” zannetme eblehliği bütün otoriter rejimlerin ortak alışkanlığı. Jivkov liderliğindeki “sosyalist” (!) Bulgaristan’da da benzer uygulama yapılmış ve Bulgaristan Türklerinin dili, dini yasaklanıp köy isimlerinden mezar taşlarına kadar isimler değiştirilmişti. Sözde bu uygulama ile bir “Bulgarlaştırma” operasyonu yürütülmüştü. Bu rezilliğe haklı olarak tepki gösterenler, Türkiye’nin 70 yıldır uygulayageldiği kepazeliği görmezden gelmişlerdi. Ne ilginçtir ki benzer uygulama Kıbrıs’ın Kuzeyinde de dayatıldı TC tarafından. Köylerin Rumca isimleri tek tek Türkleştirildi! Coğrafya farklı, zihniyet aynı olunca Kürtler ile Kıbrıslı Türkler ve Rumlar da aynı kaderde birleşiyorlar işte… Dersim’in köylerinin adları da Kıbrıs’ın köylerinin adları da değiştiriliyor aynı el tarafından. Dersim’in dağlarında “Ne Mutlu Türk’üm diyene” sloganını görünür kılan anlayış, Lefkoşa’nın dağlarına da ışıklı Türk bayrakları konduruyor.

Dersim Belediyesi halkın isteği doğrultusunda “Dersim 1938 Duvarı” yapmış. Katliam sırasında çekilmiş fotoğraflar (ki muhtemelen devlet görevlileri tarafından çekilmiş büyük çoğunluğu) yer alıyor duvarda. Ama öyle Kıbrıs’ın Güneyinde şimdilerde kaldırılmış olan “utanç fotoğrafları” ya da Kıbrıs’ın Kuzeyindeki “vahşet müzesi” gibi intikamcı sloganlarla bezeli bir anıt-duvar değil bu. Dersim’in en işlek caddelerinden birinde tıpkı Munzur gibi gururlu, hüzünlü ve sessiz biçimde yükseliyor. Rövanşist, intikamcı ve slogancı bir anıt değil. Hatta vakarı karşısında önünden utanarak yürüdüğünüz bir duvar.
Halkın seçtiklerinin, yaşadıkları kenti, bölgeyi halkın başı dik gezebileceği yerlere dönüştürme çabası saygı uyandıran bir çaba. Rezilce bir katliama imza atmış devlet anlayışının Kürtleri aşağılamasının simgesi olan o “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sloganının silindiğini umarım bir sonraki gidişimde görebilirim. Dilerim, sembollere gerek duyulmayacağı; Kürtlerin, bu ülkenin eşit ve özgür yurttaşları olduklarını hissederek bir arada yaşamayı seçtikleri, kararların Ankara’dan dayatılmadığı bir ülke olur Türkiye…

Türkiye’nin doğusunu adım adım gezerken gözüm kulağım Kıbrıs’ın Kuzeyindeki seçimlerdeydi bu arada… İşbirlikçi rejimin figüranlarını sandığa gömerek bir ders verdi Kıbrıslı Türkler. Şimdi yeni seçilenlerin önünde de Türkiye’nin önünde de, atacakları her adımda kullanmaları gereken bir pusula var artık. Kıbrıslı Türkler de tıpkı Kürtler gibi barış ve kardeşlik mesajı veriyorlar. Kendi topraklarında özgür ve onurluca yaşamak, Ankara ile karşılıklı saygıya ve eşitliğe dayalı bir ilişki kurmak istediklerinin altını bir kez daha çiziyorlar. Seçimin tek başına galibi olmamakla birlikte oylarını artırmayı başaran CTP ve DP’yi kutlamak gerekiyor. CTP ve DP, TDP ile kurulacak geniş tabanlı bir hükümette Kıbrıslı Türklerin Türkiye ile ilişkilerinde olması gereken balans ayarını yapabilirler mi? Bunu zaman gösterecek. Eğer bu ayarı programatize edemeyecek bir hükümet kurulursa, içinde hangi parti olursa olsun, yeni hükümeti UBP hükümetinden çok daha zor günler bekleyecek.

Zira barışın ve huzurun tek garantisi var: halka rağmen halkı yönetmeye kalkışmamak!

Bu yazı toplam 3677 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar