Devlet

Devlet

Devlet

A+A-

 

Şevki Kıralp
[email protected]

Bundan birkaç ay önce, dergimizin yayın kurulundan arkadaşım Mustafa Öngün ile devletle ilgili uzunca bir tartışmaya girmiştim. Mustafa devlet kavramını Anarşist teori doğrultusunda ele almış ve toplumu baskı altına alarak idare eden bir mekanizma olduğunu savunmuştu. Ben ise devleti Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” kuramı doğrultusunda ele alarak bireysel özgürlükleri sınırlandırmak suretiyle herkese eşit hisseli bir ortaklık olarak hizmet edecek bir “devletin” toplumsal özgürlüğün esas teminatı olduğunu savunmuştum.  Neticesinde ne Mustafa benim fikrimi, ne de ben Mustafa’nın fikrini değiştirebildik. Ben devleti halen daha Rousseau’nun kuramındaki haliyle görüyorum. Yani devletin bütün yurttaşların eşit hisseye sahip oldukları bir ortaklık olarak idare edilirse toplumsal özgürlüğün teminatı olarak görülebileceği düşüncesindeyim. Son günlerde Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ta yaşanan bir takım siyasal tartışmalar yeniden devleti nasıl algıladığımızı gözler önüne serdi. “Batı’da devlet toplum için, Doğu’da ise toplum devlet için vardır” benzeri düşünceleri mutlaka hepimiz duymuşuzdur. Hem tarihsel süreç içerisinde, hem de son günlerde hem Türkiye’de hem Kuzey Kıbrıs’ta “toplumun devlet için var olduğu” inancının siyasette ana akım düşünceleri beslediğini bizlere hatırlatan pek çok gelişme yaşandı.

Osmanlı Devleti’nde, her imparatorlukta olduğu gibi, halk devlet için vardı. İmparatorluğun son dönemlerinde meşrutiyet uygulanmaya ve halka anayasal haklar verilmeye başlandıysa da halkın devlete ait olduğu yaklaşımı ağırlığını yitirmedi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman ise, her ulus-devlette olduğu gibi, Cumhuriyet anayasası doğrultusunda devlete ait tebaaların yerini devlete sahip yurttaşlar aldı. Ancak ne yazık ki bu da çoğu zaman kâğıt üzerinde kalmaktan öteye geçemedi. Yeni devlet yurttaşlarına uzun bir süre şüphe ile yaklaştı. Yurttaşların birliği olması gereken devlet yurttaşlarının isyan edeceği korkusuyla refleksler geliştiriyor ve bunun üzerinden siyaset yapıyordu. Dindarlara dikkat ediyordu, çünkü yeniden şeriat için ayaklanabilir ve Cumhuriyeti yıkabilirlerdi. Kürtlere dikkat ediliyordu çünkü bağımsızlık için ayaklanabilir ve devlete toprak kaybettirebilirlerdi. Hatta Türkiye’deki rejimden çok daha devletçi bir ekonomi modelini savunacak olan komünistlere bile “devletçilik” namına şüpheyle bakılıyordu. Cumhuriyet tarihi boyunca çoğu lider devletten bahsederken “Türkiye”, hatta “Türkiye Cumhuriyeti” terimlerini yeterli görmüyor, konuşmalarında “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” ifadesini kullanıyordu. Devleti toplumun üzerinde tutma eğilimini halk da o kadar içselleştirmişti ki “Devlet baba” ve “Allah devletimize zeval vermesin” gibi ifadeler halkın konuşma diline egemen olmaktaydı. “Devlet” denince akla hükümet, meclis, üst düzey askeri ve sivil bürokratlar ile devletin temel işleyiş mekanizmasına hâkim kurumlar gelmekteydi. Devlet bir türlü bütün yurttaşların eşit hisselere sahip olduğu bir ortaklık olarak algılanmıyor, “Laik, demokratik hukuk devleti” tanımı Osmanlı Devleti’nin tebaalık yaklaşımını en azından toplumsal bellekte aratmıyordu. Türkiye çok partili (aslında çift partili) demokrasiye geçtiği zaman bile, devletin kurucusu Atatürk, ardılı İnönü’nün karşıtı olan Demokrat Parti tarafından çıkarılan bir kanun ile “korumaya” alınmıştı. 

Tıpkı Türkiye gibi Kıbrıs da siyasal kültüre Doğu yaklaşımlarının egemen olduğu bir coğrafyaydı. Fakat Türkiye’nin aksine, Kıbrıslılar devletlerini bir türlü yüceltmemişlerdi. Sadece yurttaş olarak birliklerini değil, kendi devletlerini de tarihe gömmek için yıllarca uğraşmışlardı. Enosis-Taksim rekabeti uğruna, devletin anayasasını ve toprak bütünlüğünü korumakla mükellef olan iki lider (Makarios ve Fazıl Küçük) başta olmak üzere Kıbrıslılar kendi devletleri olan Kıbrıs Cumhuriyetini yıkmaya çalışmakta hiç bir sakınca görmemişti. İki toplum Kıbrıs Cumhuriyetini devletten saymamış, anavatanlarının “devlet babaları” ile el ele vererek Kıbrıs devletini sahipsiz bırakmışlardı. Kuzey Kıbrıs’ta bir Türk devleti kurulduğu zaman ise, bu devleti yönetenlerin resmi tezi federal ortaklık olmasına rağmen, federal ortaklığı savunanlara devletin yıkılacağı korkusuyla yine şüpheyle bakılmıştı. Devlet Batı’daki gibi yurttaşların ortaklığı olarak görülse, federal çözüm ortaklığın genişlemesinden çok da farklı bir şey değildi. Fakat devlet yüceltilmiş ve halkın üzerinde algılanan bir yapı olarak kabul edildiği için federal çözümü savunmak “devleti yıkma teşebbüsü” olarak algılanılageldi.

Daha da ilginci, Kıbrıs’ın Kuzeyi’nde hangi devletin “baba” olarak görüleceği de bir türlü netlik kazanamadı, ancak ibre çoğu zaman KKTC lehine değil, TC lehine seyretti. Kıbrıslı Türklerin üretim ekonomisinden kopuşu “devlet baba öyle istiyor” mazeretiyle meşrulaştırıldı. Öte yandan, Türkiye’de 1970 ve 80’li yıllarda liberalizm ve burjuvazi güçlenince ekonomideki devlet kontrolünü azaltmak da bir ihtiyaç olarak öne çıktı. Fakat “devletçilik” adı altında, bu kez de yükselen burjuvazinin “devlet babayı” gölgede bırakacağından korkuldu ve iş adamları da devletin yüceliğine başkaldıracakları şüphesinden nasiplerini aldılar. Nihayetinde, 12 Eylül günü paşaların müdahalesiyle devlet yükselen burjuvaziyi bağrına basmanın gerekliliğini kabul etmek durumunda kaldı. Önce Refah Partisi ağırlıklı hükümet “şeriat getirmek” ve “Cumhuriyeti yıkmak”, yani “devleti yıkmak” şüphesiyle görevden uzaklaştırıldı, sonra ise AKP tek başına iktidara geldi. Başörtüsünden Kürt toplumunun yurttaşlık haklarının geliştirilmesi anlamına gelecek olan barış sürecine kadar pek çok reform girişiminin karşısına yine “devlet elden gidiyor” şüphesiyle çıkıldı. AKP iktidarı ise Kemalistlere karşı “bunlar devleti darbeyle ele geçirmeye kalkar” korkusuyla şüpheyle yaklaştı. Yargı deyim yerindeyse “Kemalist avı” yapacak noktaya geldi fakat neticede “Ergenekon” davası çöktü. Yine çok ilginçtir ki, hem sağ bir partinin kurmayları ve liderleri olan Adnan Menderes ve arkadaşları, hem de sol görüşlü bir öğrenci hareketinin liderleri olan Deniz Gezmiş ve arkadaşları “devleti yıkmak” suçlamaları nedeniyle idam edilmişlerdi. 

Geçtiğimiz günlerde, CHP yine Anayasa Mahkemesine başvurdu. Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamında hem bir parti başkanı, hem de bir milletvekili olarak bulunmasından ötürü, “şahısların devletin üzerinde olamayacağı” ilkesinden yola çıkılarak mahkemeye başvuruldu. Kuzey Kıbrıs’ta ise, Sağlık Bakanlığı ile YDÜ Hastanesi arasında yaşanan gerginlikte,  devlet bir “şüphe” üzerine özel bir kurumun üzerine gitti. Bir yandan “şüphe” gerektirecek bir durum olmadığı açıklamaları yapıldı, öte yandan “şahıslar ve özel kurumlar devletin üzerinde olamaz” ve “Interpol gelsin!” şeklinde yaklaşımlar sergilendi. Sağlık Bakanlığının tavrını “devlet otoritesini hissettirmelidir” şeklinde benimseyenler de oldu, “devlet şüphe ve duyum üzerine mi hareket ediyor?” şeklinde eleştirenler de oldu.

Bir de tabi “devlet” deyince aklımıza göremediğimiz, dokunamadığımız “derin devlet” ve “paralel devlet” de gelmektedir. Takip eden, fişleyen, cana kıyan, hesap vermeyen ve yasa
tanımayan “derin” ve “paralel” yapılar bir anlamda yine devleti bu kez korku yoluyla yüceltti, fakat devlet kavramının yasalara saygılı vatandaşların vicdanında “şeytanlaştırılmasına” da yol açtı. Son olarak, “devlet büyükleri” kavramı vardır ki, yasama-yürütme-yargı ile bürokrasi ve askeri otoritelerin tepesindeki şahısların toplum belleği tarafından yetkisini yurttaşlar için kullanılan sıradan yurttaşlar olmaktan çıkarılıp toplumun üzerindeki yöneticiler olarak algılanmalarına neden olmaktadır. Hem Kuzey Kıbrıs, hem de Türkiye’de anlamakta zorluk çektiğimiz nokta şudur: Şahıslar devletin, devlet de şahısların üzerinde olamaz. Çünkü devlet şahısların, yani yurttaşların yasalar ve anayasa ile belirlenmiş eşit hisseli ortaklığıdır. Demokrasi söz konusuysa, Cumhurbaşkanından iş adamına, memurundan işçisine kadar bütün şahıslar (yani yurttaşlar) birbiriyle eşit hisselerle bir ortaklık kurar ve bunun adına “devlet” denir. Bu ortaklığı denetlemek ve seyrine yön vermek ise yasama-yürütme-yargı üçlemesiyle yine ortaklara, yani yurttaşlara, yani birbirleriyle yasalar ve anayasa temelinde eşit haklara sahip şahıslara düşer. Bunu böylesi bir yaklaşımla ele alamadığımız sürece ne “devlet mi üstün şahıslar mı?” tartışmalarının, ne de devletin “büyükleri”, “babalığı”, “derinliği”, “paralelliği” ve “elden gitmesi” kavramlarının sonu gelir.

Bu haber toplam 1983 defa okunmuştur
Gaile 281. Sayısı

Gaile 281. Sayısı