“Devlet Malı Deniz, Yemeyen Keriz” mi?
Atasözleri, deyimler ve deyişler bir toplumun dili yanında sosyolojik özellikleri hakkında da bilgi verir. Kültürler ve dolayısıyla ona bağlı gelişen dil, tıpkı insanlar gibi canlıdır. Zaman içinde yaşanan dönüşüm, kimilerine göre yozlaşma olarak tarif edilse de, ben o kadar keskin bir değerlendirme yapmıyorum. Lâkin yaşanan değişimin bir ruha bir ahenge sahip olması gerekir. İçine hapsolduğumuz dönemde pek çok alana egemen kılınmış “basitleşmeye” fırsat verilmemelidir.
Amacım dil bilgisi üzerine laf ebeliği yapmak değil. Çok uzun zamandır maruz kaldığımız ve belki de kurutulması imkânsız bir bataklığa dönüşen yolsuzluk dalgalarına işaret etmek istiyorum. 1974 savaşı ardından, sahip olunmayan pek çok malı kendince “devletleştirmiş” (amiyane tabirle ganimet olarak zapt etmiş) yapı, pek tabi ki kamuyu kendi çiftliği gibi kullanma zihniyetine sahip olacaktı. Bunun en temel nedenlerinden biri de, yapının dünyadan kopuk bir kara delik hâline getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Böylece her türlü kirli iş kolayca aklanabilecek, küçücük ada yarasında hayat bulabilecekti.
Bunlar yıllar içinde yavaş yavaş, ince ince gerçekleşti. Statüko bekçileri ne zaman eleştiriye tabi tutulsalar; bayrağı – bağnaz milliyetçiliği – toprak altında yatan bedenleri dillerine dolayıp, sömürdüler. Çünkü başka tutunacak dalları yoktu. Memleketi yiyip bitirmeleri rezaletinin üstünü kapatabilmek ve hayali bir gerçeklik yaratmak için buna ihtiyaçları vardı ve hâlâ var.
***
Anlaşılan denizin suyu da kumu da bitti veya bitmek üzere. Kullanılan paranın pul olması ve talimat ile yürütülen devir teslim yönetimin iyice içselleştirilmesi neticesinde, insanlar nefes alamaz duruma geldi. Büyük işletmeler bir şekilde kendini kurtarabilmek için ellerinde kalan can simitlerini kullanıyorlarsa da, küçük esnaf, üretici, hayvancı ve özellikle genel itibariyle özel sektör işçileri, kafalarını suyun üzerinde tutmakta zorluk çekiyor. Kamusal eğitim ve kamusal sağlık, binaları ve teknik donanımı başta olmak üzere, sistemsel bir çözülüş yaşıyor. Kısacası insana yaraşır hayat koşullarının varlığından bahsetmek mümkün değil.
Tabi ki belli bir kesim zenginleşmeye devam ediyor. Ne de olsa geçmişte cereyan eden her kriz döneminde olduğu gibi şimdi de parmağındaki bal yerli yerinde duran ekonomik katmanlar var. Ama hepimiz biliyoruz ki, toplumsal gruplar arasındaki gelir uçurumu derinleştikçe, içinden çıkılmaz bir çürüme yaşanır ve yıkıntı daha da hırçınlaşır. Neticede zorbalık egemen olur.
***
Ta en baştan beri kılcal damarlara sızıp bir nevi meşru görülen yolsuzluk vakalarının yargılamaya tabi tutulup görünür olması, bunca çamur arasında açan nergis çiçeği gibi. Mesela suçlarını kabul etmeyip sebep oldukları zararı deşifre eden basın mensuplarına saldıran Kıb - Tek eski Genel Müdürü Gürcan Erdoğan ve şoförü Hüseyin İnce, Lefkoşa Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yapılan yargılama neticesinde 18’er ay hapis cezasına çarptırıldılar. Verdikleri zararın bir kısmını tazmin etmiş olmaları hapislik süresini düşürdü.
Karar içerisinde yargıç tarafından işaret edilen noktalar gayet öğreticiydi. Heyet başkanı Fadıl Aksun, sanıkların sahte resmi belge düzenleyip hak etmedikleri ek mesailerin tahsil edilmesine neden olduklarından ötürü, Kıb-Tek’in mali yapısına ve kamu kaynaklarına zarar verdiklerine işaret etti. Devamında: “Kişilerin haksız olarak yaptıkları kazançlar neticesinde devletin veya kurumun vermiş olduğu hizmetin maliyeti artmakta ve bu maliyet artışı doğrudan vatandaşın cebini etkilemektedir” dedi.
Tabi ki elektrikte yaşanan kriz ve oluşan zarar sadece iki kişinin ek mesainden kaynaklanmıyor. Tüm bunlara ek olarak ihalelerde gerçekleşen “pek bilmişlikler” ve kötü yakıttan dolayı santralin işleyişinde yaşanan sorunlar da gözden kaçırılamaz. Ama hepimiz biliyoruz ki, Mahkemeler önlerine getirilen davalarla sınırlı bir şekilde tespitte bulunup karar verebilirler. İlerleyen dönemde, kamunun yani hepimizin malını gözünü kırpmadan harcayan, yoksullaşmayı yolsuzluktan yaratan her bir kişinin yargılanması gerekir.
***
Dün verilen mahkûmiyet kararı kimseyi şaşırtmadı. Sadece bu gibi meselelerin yargılanabiliyor oluşu umudun yeşermesine zemin yarattı. Prof. Dr. Ömer Gökçekuş ve Doç. Dr. Sertaç Sonan tarafından hazırlanan ve Temmuz ayı sonunda yayınlanan “Kuzey Kıbrıs’ta Yolsuzluk Barometresi 2021” raporunda, toplum içinde de ciddi bir rahatsızlık olduğunu gösteriyor. Ankete katılanların % 77’si son 1 yılda yolsuzluğun arttığını söylerken, azaldığını söyleyenler % 4’te kalıyor. %86’sı hükümetin, yolsuzlukla mücadelede başarısız olduğuna inanıyor. Keza mahkemelere olan güven AB standartlarına yakın bir şekilde % 59 iken, hükümete güven % 11’i geçmiyor.
En azından Elektrik Kurumu üzerinden yaşananlar bile dikkate alındığında, bu araştırmadaki çıktının, somut durum tahlili yaptığını anlayabiliyoruz.
Peki, tüm suç “hırsızda” mı? Tabi ki hayır. Eğer hükümet edenler hâlâ koltuklarında rahat bir şekilde oturabiliyor ve her geçen gün tablo daha da kararıyorsa, bizim de iki elimizin arasına başımızı koymamız ve zaman kaybetmeden yola koyulmamız gerekiyor.
Evet, Mahkemeler üzerine düşen görevi yerine getiriyor ama mücadelenin bu manaya gelmediğini, daha somut siyasi çözümlere ihtiyaç duyduğumuzu hepimiz biliyoruz. Ganimetin tadından vazgeçerek, geleceği bugünden yemeyi bırakarak harekete geçmeliyiz.