Devletin dar koridorlarına yeniden dönmek mi?
Seçimlerden sonra başlayan siyasi arayışlarda çok ilginç bir mantık da kamuoyunda yer almaya başladı.
“Hükümetin zaten Kıbrıs sorununda bir etkisi olamaz” deyip, bu en temel sorunu, yeniden devletin dar labirentli derin koridorlarının içine hapis etmek niyeti çok açık olarak gelişmektedir..
Bunda göz ardı edilmeyecek iki niyet vardır… Biri; “bırakın bu işi Cumhurbaşkanlığına, o zaten etkindir.” İkincisi ise, “hükümette kim isterse olsun, zaten Türkiye ne derse o olacak, böylece hükümette kimin olacağı ve Kıbrıs sorununa dair izleyeceği siyaset önemli değildir” amacı vardır.
Bu mantığın, Kıbrıs Türk halkının, kendi kendini yönetmesi olgusuna dönük vurgu yapan bazı aydın çevrelerde de dillendirilmeye başlandığını da üzülerek görmekteyim.
Üstelik, “hükümetin Kıbrıs sorununda etkisi olmaz” yargısının; ülkede açıklık, şeffaflık, katılımcılık, sivil siyasetin öne çıkması falan gibi, pek çok kavramın, en ucuzlamış bollukta tartışıldığı bir ortamda oluşturulmaya çalışması da ilginçtir…
AK PARTİ SEMPATİZANLARI VE KARŞITLARI…
Bu yargıyı dile getiren bazı çevrelerin ise, Türkiye’de sivil siyasetin ve seçilmiş parlamentonun ülke yaşamında etkisinin arttığı ve devlet “seçkinlerinin” vesayetinin kırılması süreci nedeni ile AK Partiye sempati ile bakanlar arasında olması da ilginçtir… Peki, Kıbrıs’ta seçilmiş parlamento ve onun içinden çıkan hükümet olgusunun, yani sivil siyasetin Kıbrıs’ta etkisinin artması önemli değil mi?
Ancak ilginçlik bununla sınırlı kalmıyor. Bu kez başka çevreler de ayni olguyu destekliyor. AK Partiye karşı, kuşku ve güvensizlikle bakan ve onun gizli ajandası olduğunu iddia eden, “devletçi, anti - AK Parti’ci” çevrelerde, ayni şekilde bu mantığın gelişmesi için, bunun rüzgarına, yelpaze sallamaktadır. Bunu da ayni argümanlarla seslendirmektedir…
Bu yüzden, CTP-BG’nin kurulacak olan hükümette, Kıbrıs sorununa dönük ilkesel tavrını önemsizleştirmeye, değersizleştirmeye çalışmaktadırlar. Hassasiyetlerimizi değersizleştirmeyi amaçlamaktadırlar.
Buna dair tartışmalar yapmak lazımdır. Kıbrıs sorunun çözüm sürecinde, hakikaten, hükümetin hiçbir rolü yok mu? Üstelik de “gerçekten hükümet kim olursa olsun, zaten belirleyici olan Türkiye’dir , dolayısı ile Hükümet olmanın ya da Meclis’te yer almanın hiçbir önemi yok mu?”
Çünkü bunları tartışmazsak, açıktır ki Kıbrıs sorunu gibi en temel sorunumuz üzerinde, hem duyarsızlık artacak, hem de bu sorun, devletin dar labirentli koridorlarına daha fazla hapis edilecektir.
Bu nedenle bu hale bakmak gerekir. Bunun için yazımda, yakın tarihimizde yer alan biri olumlu, öteki olumsuz, iki yaşanmışlığın üzerinden bu meseleyi tartışmaya çalışacağım.
YAŞANMIŞLIKTAKİ OLUMSUZLUK
Hatırlardadır, 2002’ de Meclis çoğunluğu UBP-DP idi. Bu iki parti koalisyonu hükümetini oluşturmaktaydı. Başbakan Derviş Eroğlu ve Cumhurbaşkanlığında da Sayın Denktaş iş başında idi. 2002’nin başında Türkiye’de, DSP-ANAP-MHP koalisyonu iş başında idi. Annan Planını ortaya çıkaran görüşme süreci de 2002 Ocak ayında başlamıştı.
İşte o süreçte, Kuzey Kıbrıs’ta Mecliste muhalefette ise şöyle bir durum vardı. CTP, 6 milletvekilinden beşe düşmüş, TKP’ de bir milletvekilliği fazlası ile Meclis’te idi. Yani Meclis çoğunluğu UBP-DP idi..
Büyük umutlarla başlayan görüşme süreci, 2002 yılının ortalarına doğru tıkanmaya başlamıştı. Meclis’te bulunan CTP –TKP süreci destekliyordu. Halk da, sivil toplum örgütleri ile sürece dönük hareketlenmişti..
İşte o aşamada, en nihayet, Annan Planına dayalı görüşmelere zemin oluşturacak paket ortaya çıktı. Bu arada Türkiye’de hükümet değişti ve AK Parti seçildi. Birinci fark burada gözüktü.
Türkiye’deki eski hükümet, sürece soğuk ve isteksizdi. Başbakan Abdullah Gül Başkanlığında kurulan yeni hükümet ise, sürece sıcak bakmaktaydı. Bu, Türkiye faktörü açısından çözüme dair olumlu idi.
Ama, Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve UBP-DP koalisyonu buna sıcak değildi. İsteksizliği bir yere, karşı idi. Yani,” Türkiye hükümeti ne derse o olur” hikayesinin yakın, tarihimizde yaşanmış olan ilk çöküşü budur. Bunun doğru olmadığının başka eski örnekleri de olmuş olmasına karşın, bu çarpıcıdır.
Üstelikte, Kıbrıs Türk halkı ayağa kalkmış ve tarihimizde görülmemiş bir şekilde halk, sokakta çözüm olması için iktidar olmuştu. Üstelik, derin devlete rağmen ve buradaki “iktidar blok’unun”, yer altı ve üstü iktidarına rağmen.
Ama, Meclis’ten ve hükümetten bir türlü Annan Planının görüşme zemini olarak kabulü ve sonucun Referanduma götürülmesine dair karar çıkmadı. Kuzey Kıbrıs’taki resmi iktidar blok’u, kendi halkının isteğine ve mücadelesine rağmen ve Türkiye’de, bu sürece pozitif bakan hükümetin görüşüne karşın; ne Referandum yasasını Meclisten geçirdi, ne de Annan Planını görüşme zemini olarak kabul ettiğine dair bir karar aldı.
Üstelik halk sokakta iktidarda olmasına karşın, Meclis ve Hükümet bu kararı kendi çözümsüzlük görüşleri nedeni ile almadı. Burada unutulmaması gereken bir husus daha var. Bu da, UBP Meclis grubu içinde açıktan çözüm sürecini destekleyen milletvekilleri olmasına rağmen, Eroğlu ve Hükümet bu kararı almadı. Süreci tıkadı.
Böylece Güney’in çözüm olmadan ,AB ‘ye girmesinin yolunu açtı ve çözümsüzlüğün güneyin bağnazlarına verilen bu yeni destekle de sürmesine katkı sağladı.
Düşünün,eğer, bugünkü Meclis aritmetiği, ya da CTP’nin veya TKP’ nin etken olduğu bir yapıda olsaydı Meclis. Ya da onların ikisinin, ya da birinin etken oldukları bir hükümet olsaydı o zaman ve bu, sokakta iktidar olan halkla bütünleşseydi, iş, bu yaşanmışlığın dışında, çok daha farklı ve pozitif olarak şekillenecekti. En azından Kopenhag sürecini kaybetmeyecektik.. Bu, Hükümet ve Meclis çoğunluğunun, çözümden uzak ve karşıtlığına dayalı şekillenmiş olmasına dair, yaşanmış olan ve çözümün önünde, bunun en büyük engel olduğuna dönük bir örnektir.
OLUMLU ETKİ
İkincisi, 2003 seçimlerinde ki Parlamento seçimleri idi. CTPBG seçime, Annan Planının zemin kabul edilerek görüşmelerin başlatılması ve sonucun referanduma sunulması hedefi ve programı ile girdi..
Temel sloganı da “Talat Görüşmeci” idi. Tüm seçim kampanyası boyunca alay edildik. “Talat nasıl görüşmeci olacak, o Başbakan olacak. Olamaz” dendi.
Sonuç ne oldu? CTP birinci çıktı, Hükümeti kurdu. Halkın, “sokaktaki “parlamento dışındaki iradesi ile Meclis içindeki iradesi birleşti. Bugün, CTP binalarını süsleyen, Referandum öncesi “EVET” için yapılan mitingin panosu, bunu en somut göstergesidir. Sonuç 2002-2003’ ün tersi oldu.
Yani parlamento içindeki güç değişimi ile Talat görüşmeci oldu, görüşme süreci başladı ve antlaşma Referanduma gitti. Bu arada Türkiye’de sivil hükümetin pozitif tavrı da, devletin gayrı resmi gücünün, çözüm istemeyen üniformalı bürokratlarla; sivil politikacıların birlikte oluşturduğu çözümsüzlük bloğunun açık baskısının da etkisizleşmesine yol açtı.
Unutmayın Türkiye’de o günlerde, Kıbrıs üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan darbe girişimlerinin sonuç almamasının bir nedeni de, Kıbrıs Türk halkının parlamentodaki ve dışında çözüme dönük oluşturduğu önemli ve ciddi demokratik potansiyeldir. Bunu AK Partililer ve Türkiye’nin belli aydın çevreleri unutsa bile, biz unutmamalıyız.
İşte yakın tarihimizde yaşadığımız budur. Bu iki deneye karşın, şimdi, eski masal, ” hükümetin, Kıbrıs sorununa etkisi olamaz” hikayesi , siyaseti, devletin dar ve derin koridorlara sıkıştırma olgusu, yeniden, üstelikte matah bir şeymiş gibi yeni diye de ısıtılıp, önümüze sürülüyor.
CTPBG’ nin seçimlerden birinci parti olarak çıktığı. Devletin, demokratik temelde yeniden yapılandırılması. Anayasa değişikliği için. Büyük görevler ve beklentilerin olduğu. Kıbrıs sorununun çözümü yönünde, görüşme sürecinin başlayacağı bu aşamada. Halkın iradesinin yansıdığı, parlamentonun, onun içinden çıkan hükümetin, yani, sivil siyasetin etkisini geliştirmek ve siyaset alanını genişletmek en büyük görevimizdir. Devletin dar ve labirentli koridorlarından yaşamın şekillendirilmesini çıkartmak ve açık, sivil siyasetin, demokratik alanın yaşamın şekillendirilmesi dinamiğini geliştirmek.