Devletler, İktidarlar, Sınırlar Üzerine Düşünmek: Parkta Güzel Bir Gün
Bu sınırı birtakım devlet“ler” çizip onaylamış olabilir ama halklar olarak biz de zaman içinde o sınırı kaldırmaya çabalamak yerine önceleri geç(e)meyerek, sonraları geçerek, hakkında uzun uzun konuşarak, büyük bir içsel itaatle kabullenip keskinleştirdik
Emel Kaya
[email protected]
Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun yeni oyunu Parkta Güzel Bir Gün (An Incident at The Border), Kieran Lynn’in yazıp Kıymet Karabiber’in yönettiği bir komedi. Melihat Melis Günalp (Olivia), İzel Seylani (Arthur), Aytunç Şabanlı (Reiver)’nın çok iyi bir performansla oynadığı oyun, ülkenin bölünmesinin ardından acemi bir sınır muhafızının, güzel bir gün geçirmek üzere parkta bulunan bir çiftin arasına, bankın tam ortasından geçecek şekilde, oluşan devletlerin yeni sınırını temsilen bir bant çekmesi ve iki sevgilinin birdenbire ayrı devletlerde kalakalmasıyla gelişen olayları; devletin / iktidarın neliğini, devlet-iktidar-birey ilişkisini, yasak-sınır-yaptırım-itaat-yararlılık kavramlarını odağına alıyor.
Oyunu izlerken zihnimde yapılanan iki alan oldu: İlki, oyunda işlenen ve aslında yer yer fazlaca absürt duran olayların, oyunun oynandığı coğrafyaya göre gerçek yaşamla fazlasıyla örtüşebiliyor olmasından kaynaklı. Defalarca Türkiye’de de çeşitli tiyatrolar tarafından sahnelenmiş bu oyunu, bir Kıbrıslı olarak, hem ülkenin hem de şehirlerin (Lefkoşa ve Mağusa) bölünmüşlüğünün, barikatlarının ve bu bölünmüşlüğün adadaki sosyal yaşama yansıyan / yön veren yüzlerce tuhaf olay ve olgunun ortasından izlediğinizde, başka coğrafyalarda yaşayan sıradan bir seyirciden farklı olarak oyunda işlenen “sınır” kavramı ve bununla ilişkili her olayın Kıbrıs’ta yaşamımızın gerçek ve ciddi bir parçası olduğunu fark ediyorsunuz. Oyunda seyirciyi kahkaya boğan hemen hemen tüm “absürt” diyalogları Kıbrıs’ın kuzeyinden güneyine veya güneyinden kuzeyine geçişte yaşadığınızı görmek, “sınır”la veya “bölünmüşlük”le böylesi bir tecrübesi olmayan sıradan bir seyirciye göre oyunla başka türlü bir ilişki kurmanızı sağlıyor. Örneğin, Lefkoşa’daki eski çarşı alanımız Arasta’nın barikatla kesilen arka sokağında bir apartman dairesinin yarısının kuzeyde, yarısının güneyde kaldığını; odadaki televizyon kuzeyde dururken, çanak antenin güneyde kalan kısma monte edildiğini görüyorsunuz. Apartmana kuzeydeki kapısından giriyor, yarısı güneyde kalan yatak odasında uyuyor ama sınırdan güneye geçemiyorsunuz. Yahut anne veya babanızın ailesi yüzyıllardır Kıbrıs’ta yaşadığı ve siz de burada doğup büyüdüğünüz halde, bir ebeveyniniz “onaylanmamış” bir ülkeden geldiği ve bir ebeveyniniz sahip olduğu halde size Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği verilmediği için kuzeyden güneye geçişteki barikatlarda sınır görevlisine Kıbrıslıtürk olduğunuzu ispat etmeye çalışıyorsunuz. Yahut Kıbrıslırum olduğunuz halde, Türkçe konuşabildiğiniz ve soyadınızda cin bir sınır muhafızı tarafından Türkçeye bir benzerlik tespit edildiği için kendinizi Kıbrıslıtürk olmadığınızı ispat etmeye çalışırken bulabiliyorsunuz. Kimlik veya pasaportunuzu unuttuğunuzda bölünmüş ülkenizin “öteki” tarafına geçemiyorsunuz. Ama sizinle birlikte “sınır”a yürüyen sokak kedisinin elini kolunu sallayarak geçtiğini görüyorsunuz. Ha, o kedi kafeste, kucağınızdaysa ve size aitse geçmesine izin verilmiyor çünkü sizin kedinizse ya Türk’tür ya Rum’dur (O halde yaşasın sokak kedileri!). Kendi ülkenize çizilmiş sınır hattı ve bürokrasisinden dolayı sürekli bir kimlik-pasaport-evrak kalabalığı içinde kayboluyorsunuz. Sonra bir gün sahnede böyle bir oyun karşınıza çıkıp yaşadığınız bütün saçmalıkları gözünüze soka soka anlatınca bir yandan izlediklerinize kahkahalarla gülüyor, öte yandan çoktan kanıksadığınız bu rutinlerin aslında ne kadar absürt olduğunun ve bu adada yaşamanın sağlam bir sinirsel/ ruhsal donanım gerektirdiğinin ayırdına varıyorsunuz.
Oyunun açtığı diğer alan, üzerine oturduğu ana zemin olan iktidar-birey (özne) ilişkisi. Bu ilişkiye biraz daha yakından bakmak, hem oyunu hem de kendi yaşadıklarımızı anlamlandırabilmek açısından önemli. Oyun, salt yukarıdan aşağıya işlediği düşünülen devlet/iktidar kavramından ziyade, Foucault’nun yatay işleyen iktidar kavramından besleniyor.
Klasik devlet ve iktidar kavramları, her zaman bir arada ve genellikle baskı, yasaklama, bastırma, sınırlar çizme gibi kavramlarla birlikte düşünülür. Buna göre iktidar tepede bir yerde, tek bir merkezden doğar ve aşağılara inildikçe dallanıp budaklanır, karmaşıklaşır. Bu anlayış, iktidarı sadece baskı ve yasaklama kavramları çerçevesinde ele alan, iktidarın kendini yeniden ve yeniden üreten niteliğini ıskalayan bir yaklaşım. Bunun aksine Michel Foucault, iktidarın aslında tepede, tek bir noktada olan ve oradan toplumsal ilişkilere yayılan, dağılan bir şey olmadığını, tam tersine iktidarın bizzat bireysel ilişkiler uzamında ortaya çıkıp yatay olarak hareket ettiğini söyler. Bu iktidar formu, salt baskı ve yasaklama ile sınırlı kalmayıp yaşamı yönetmeyi ve kontrol etmeyi (iktidarı yeniden üretmeyi) de amaçlar. Foucault düşüncesine göre bu yeni iktidarın iki temel nesnesi vardır: Bunlar bireylerin disipline edilmesini hedefleyen ve itaat-yararlılık kavram çiftini merkeze alan biyo-iktidar mekanizmaları ile bir bütün olarak nüfusun biyolojik canlılığını denetim altında tutmayı hedefleyen ve biyo-iktidar pratiklerinin toplamı olarak da ele alınabilecek, onları bir arada tutan biyo-politikadır. Bu iktidar mekanizmasının amacı tekil bedenlerin disipline edilmesidir. Disipline etme amacı iktidarın sadece yasaları belirleme ve yasaya uymayanlar üzerindeki alıkoyma hakkından daha geniş bir mekanizmalar dizisine doğru genişlemeye zorlamıştır. Islah etme, terbiye etme ve iyileştirme iktidarın yeni hedefleridir ve kapitalist-endüstriyel toplumun çıkarlarıyla paralellik göstermektedir. Bedenin terbiyesi, yeteneklerinin artırılması, güçlerinin ortaya çıkarılması, yararlılığıyla itaatkârlığının koşut gelişmesi, etkili ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleşmesi, bütün bunlar disiplinleri şekillendiren iktidar yöntemleriyle sağlanmıştır: insan bedeninin anatomo-politikası.
Foucault’nun öne sürdüğü modelde, bireyler gözetlenip gözetlenmediğinden emin olmaksızın devamlı gözetleniyormuş gibi davranmaya zorlanır. Sürekli bir gözetim altında olma hissi bireylerin iktidara içsel itaatini sağlar. Biyo-iktidar bireylerin zamansal ve mekansal kontrolünün dışında bireylerin yapmaları gerekenleri de normlar yoluyla belirler ve bu sayede bireylerin yaşamına uzanır (Sorumlu bir vatandaş olarak gündemi takip etmelisiniz, gazete okuyarak bilgilenmelisiniz, günde şu kadar saat çalışmalısınız, ruh sağlığınız için hafta sonları parka gitmelisiniz, şurada oturabilirsiniz ama şurada oturmak yasaktır vs.). Normlara uyulması ise yarar söylemi ve gözetleme mekanizmalarının baskılamasıyla elde edilir.
Oyunun başında parktaki bir bankın üzerinde huzurlu ve sakin bir şekilde vakit geçiren Olivia ile Arthur çifti, birbirine zıt karakterleriyle belirirler. Olivia büyük bir dikkatle gazeteleri takip eder; dünyada olup bitenlerden haberdar olmak, çevresine ve siyasete karşı ilgili ve bilgili görünmek ister. Zekâ dolu fikirleri olmasını arzular ancak bu arzusu, gerçekten bilgili olma kaygısından değil, insanların kendisi hakkında söyleyeceklerini önemsemesinden, toplum arasında saygı görme isteğinden kaynaklanır. Ülkenin bölündüğü, iki tarafın birbirinden tamamen bağımsız birer cumhuriyet olduğu haberini gazeteden okuduğunda çok heyecanlanır ve sevinir. Bu bölünmenin nedenleri, sonuçları, ülkede ve yaşamlarında neyi değiştireceği üzerine kafa yormaz; siyasetle ilgili böylesi önemli bir şeyi öğrenmiş olmak onun için yeterlidir. Foucault’nun “neyin bilgi olarak tanımlandığı, hangi ideolojinin güç kazanmış olduğu ile yakından ilgilidir” tespitinin canlı bir örneği olarak Olivia’nın ilgilendiği “bilgi”, iktidar ideolojisinin yönlendirdiği bilgidir. Zihni de iktidar ideolojisi tarafından eğitilmiş / terbiye edilmiş bir zihindir. Bu ideolojiye itaat ve yararlılıkla işleri yürütebileceğini düşünür. Arthur, Olivia’dan tamamen farklı olarak siyasetle, dünya işleriyle ilgilenmez, ormandaki “ağaç evde yaşama” ile somutlaştırdığı, toplumdan ve her türlü iktidar mekanizmasından bağımsız, kendi küçücük dünyasında yaşamayı arzular, hatta uçmaktan korktuğu halde ördek olmayı hayal eder; oyun boyunca başı sıkıştıkça “Ördek havuzuna girmek yasaktır” tabelasının asılı olduğu havuzdaki ördeklere bakar, özenir. Olivia’nın dünyadan haberdar olma arzusu ne derece yoğun fakat yüzeysel ve işe yaramaz ise, Arthur’un dünyadan kopukluğu da o derece zayıf ve dayanıksızdır. Yine de Olivia’nın kısmi duyarlılığı / farkındalığı onu oyun boyunca devlet mekanizmasına karşı belli bir tutarlılıkta ilerletebilirken, Arthur’un ilgisizliği, tam tersine, sürekli onu bir durumdan ötekine savurur ve en kararlı olduğu anda yıkar.
Olivia ile Arthur arasındaki ilişkide aşkın yanı sıra bir çeşit iktidar ilişkisi öne çıkar. Olivia ilgisi ve bilgisinden aldığı güçle Arthur’u sürekli eleştirip ne yapması, ne yapmaması gerektiğini söyler. Arthur zaman zaman ona dirense de sonunda itaat eder ve onun söylediklerini yapar. Sürekli tartışan çift, oyun boyunca aşk ve irade kavramını sorgular; birbirlerini suçlar. Arthur, oyunun siyasetten en uzak ve habersiz kişisi olarak en itaatkâr tavrı sergileyendir. Sadece Olivia’ya itaat etmez; bölünmüş ülkenin kaldığı tarafındaki devlete de, Olivia’nın kaldığı taraftaki sınır muhafızı Reiver’e de önceleri direnmekle beraber, oyun ilerledikçe boyun eğer. Ülkenin bölünmüşlüğü ve kendisinin hiçbir şeysiz, ülkenin öteki tarafında kalmışlığına rağmen, pek çaba göstermeden bu bölünmeyi kabullenip kendi başının çaresine bakma noktasına gelir. Oyun süresince Athur’un Olivia’ya bağlılığının aşktan mı yoksa muktedirine içsel itaatten mi olduğu tam olarak netleşemez.
Çift parkta oturup sohbet ederken aniden arkalarında belirerek tam ortalarından bir sınır çizgisi çeken sınır muhafızı Reiver ise devlet ve iktidar mekanizmasının temsilcisi, bunların ete kemiğe bürünmüş halidir. Saf, sorgulamayan, güdülmeye hazır, yaşamında hiç sevilmemiş, hiçbir şeyi başaramamış bir “kayıp”tır. Güçlünün tarafında, emir-komuta zinciri içerisinde önemli bir mertebeye geldiğini zanneden, ancak kendisine verilen görevin gereklerini, yasal işleyişi dahi tam olarak bilmeden hareket eden bir tiptir. Foucault’nun öne sürdüğü, bireylerin disipline edilmesini hedefleyen ve itaat-yararlılık kavram çiftini merkeze alan biyo-iktidar mekanizmasının dişlilerinden biridir ve bununla gurur duymaktadır. Sınır çizgisiyle ayrı devletlerde kalıveren Olivia ve Arthur’a bu sınırın kendi iyilikleri için olduğunu söyleyip durur. Üstleriyle ilişki kurmasını sağlayan telsizi, cezalandırma yetkisini temsil eden belindeki şok tabancası ve devlet kurumsallığının en önemli sözcüğü olarak diline doladığı “evrak” ile yeni devlete yeni sınırdan gelecek tüm saldırıları engelleyip devletin bekasını sağlayacak biricik kahramandır. Ülkenin bölünmesine hizmet ederek toplumun yararına büyük bir iş yaptığını ölesiye savunan, hiçbir yetkilinin olmadığı bu yeni sınır çizgisinde yasa koyucu ve uygulayıcı rölünü oynayan Reiver, kendi çıkarları için yeri geldiğinde canla başla savunduğu yasakları delebilecek kadar ahlak erozyonu içindedir de aynı zamanda.
Oyunda hiç görmediğimiz, sadece Reiver’in konuşmalarıyla tanıdığımız George ise devlet mekanizmasının derin ve gizli yüzünü temsil eder: Herhangi bir tüzük, mevzuat olmaksızın işleri sırf yasaklar ve emirlerle yürütmekte, bu yasak ve emirlere uyulmadığında ceza/ yaptırım mekanizmasını işletmekte, toplumun hak hukuk arayışında sessizliğe gömülüp yasal boşluklara dikkat çekmekte ve topu varlıkları belirsiz üstlerine atmaktadır. Önemli, saygın, kahraman sınır muhafızı Reiver ise George’un dışındaki hiç kimseyle değil iletişim kurmak, haklarında konuşmaya bile izni olmayan, zurnanın son deliği konumundadır. Hatta George’un canı istemediğinde Reiver ona dahi ulaşamaz.
Reiver’in oyundaki bir başka önemli işlevi, bize zaten uyarı levhaları, yasaklar ve sınırlarla çevrili bir dünyada yaşadığımızı hatırlatmaktır. Reiver, bir yasağa boyun eğenin bundan sonra karşılaşacağı tüm yasaklara boyun eğeceği öngörüsünü de temsil eder. Bu öngörü yanlış değildir çünkü sürekli Olivia ve Arthur’u gözetleyip birinin sınırı geçmesine engel olmaya çalışan Reiver bir süreliğine sınırdan ayrıldığında, Oliva ve Arthur, artık gözetlenmedikleri ve özgürce istedikleri tarafa geçebilecekleri halde, farkında olmadan iktidara geliştirdikleri içsel itaatle, gözetleniyorlarmış gibi yerlerinde (taraflarında) kalırlar ve bu içsel itaatin üstünü örtmek için gereksiz bir tartışma içine girerler. Zaten daha başta sınır muhafızı olduğunu söyleyerek tek başına karşılarına dikilip ortalarına şeritten bir sınır çeken adamı, belindeki komik şok tabancasıyla yaydığı gereksiz şiddeti, koyduğu yasakları ve söz konusu sınırı bile doğru düzgün sorgulamadan kabullenen bu insanların zaman geçtikçe, sınır üzerine konuştukça, olaylar büyüp sınır ve sınır algısı derinleştikçe, sınır yaşamlarını ve söylemlerini ele geçirdikçe itaat düzeylerinin artması olağandır.
Öte yandan, önlerindeki ördek havuzuna henüz sınır çekilmemiştir ve havuzdaki ördeklerle balıkların arasına nasıl sınır çekeceği, insani bilinci olmayan ve yönlendirilemeyecek bu hayvanların sınırdan geçişlerini nasıl engelleyeceği Reiver için ciddi bir sorundur. Hatta bu sorunu görmezden gelmek için ördeklerin doğru seçim yapabilmeyi biliyorlarsa, sınırın kendileri için uygun tarafında durmayı da becerebileceklerine dair kendince çok mantıklı, esasen gayet saçma bir ifade kullanır. Oyunun bu bölümü, devlet ve sınır kavramlarının doğa karşısında ne kadar komik ve zavallı kaldığının işlendiği, balıkların vatandaşlıklarının sorgulandığı absürt bir alana açılır. Yazar, oyunun da ana fikri olan, devlet ve iktidarların dünya düzenini ve toplumsal düzeni sağlamak iddiasıyla insan yaşamını yasaklar, sınırlar, yaptırımlar üzerinden nasıl bir kontrol çemberine aldığını, insanların da derin bir itaatle bu çemberi nasıl içselleştirip kendi aralarında yaydıklarını bu alanda işaret eder. Oyun ekibinin ve yönetmenin çok isabetli bir şekilde oyuna kattığı ve Reiver’e bir leitmotif olarak Türkçe ve İngilizce söylettiği “ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın” şarkısı, oyunun ana fikrini destekleyen çok yerinde bir dokunuş.
Bankın ortasına çekilmiş uyduruk bir şeritle birlikte üç kişinin arasında başlayan sınır tartışması, oyun ilerledikçe işin içerisine dahil olan devletler ve silahlı güçlerle geri dönülemez bir çılgınlığa doğru ilerler. “Öteki” devletin sınırlarında kalan ve pasaportu da olmadığı için kimliğini ve vatandaşlığını ispatlayamayan Arthur, yardım etmeleri için devlet makamlarına başvurduğunda önce vatan hainliğiyle suçlanıp askere alınır; karşımıza önce askerî üniformayla sonra makineli tüfekle çıkar. Aynı şekilde Reiver’in eline de, daha birkaç saat önce bölünen ülkenin iki devleti arasında çıkabilecek savaş ihtimali dolayısıyla bir makineli tüfek verilir. Reiver sınıra hızla kum torbaları yığar ve biz sahnede bu üç sıradan insan dışında, devletin/iktidarın bölücü, emir verici konumundaki hiçbir yetkilisiyle karşılaşmadan sadece onları temsil eden sınırlar, tüfekler ve kum torbalarıyla baş başa kalırız. Oyundaki erkekler, nereye ait olduklarını, ne yaptıklarını bile sorgulamaya fırsat kalmadan hızla devletlerin birer tetikçisi durumuna gelirler. Olivia ısrarla daha sağduyulu bir yerde durmaya ve Arthur’u sınırın bu tarafına geçmeye ikna etmeye çalışır. Arthur, devletin söylediğini yapmayı bırakıp ilk muktedirinin, aşkının, Olivia’nın söylediğini yapar ama yine de kaybeder.
Oyunun başında her şey –mış gibidir. Olivia bilgili ve ilgiliymiş gibidir; Arthur umursamaz ve âşıkmış gibidir, Revier ve onun amiri George konuya hâkim ve önemli biriymiş gibidir; bölünme, yeni devletler, yasaklar ve emirler varmış gibidir. Yönetmen ve oyuncular bu –mış gibiliği o kadar başarılı bir atmosferin içine yerleştirir ki, başta izleyiciye gayet basit ve uyduruk gelen sınır şeridi, tüm –mış gibilerin içinde gittikçe keskinleşir. Ardından sadece duyarak ikna olduğumuz yasaklar ve emirler keskinleşir. Oyunun sonuna doğru yaklaştıkça sahnede gözümüzle gördüğümüz Olivia, Arthur ve Reiver’in yerini yavaş yavaş devlet ve iktidar aygıtları ile bunların uğultuları almaya başlar. Olivia ve Arthur bunlardan sıyrılıp kendine geldiğinde artık her şey için çok geçtir.
Ritim bu tip oyunların en önemli unsurlarından. Yönetmen ve oyuncuların ritmi bir an bile düşürmediği oyunda, hiçbir fazlalık veya eksiklik göze çarpmıyor. Oyuncuların metnin dışına taşarak eklediği söz, jest ve mimikler oyunun akıcılığına ve doğallığına hizmet eden önemli ayrıntılar. Her üç oyuncuya da rollerinden birer karakter yaratabildikleri için ayakta ayrı ayrı alkış. Oyundaki Riever özel bir tip ve Reiver’i karakterle tip arasında bir yere oturtmayı başardığı için Aytunç Şabanlı’ya bir alkış daha.
Oyunu izledikten sonra, Kıbrıs’ta 2003’te kuzeyle güney arasındaki kapıların açılmasının ardından, bazı Kıbrıslıların, sınırı yasallaştıracağını iddia ederek ve kendi ülkesinin diğer yarısına kimlik gösterip geçmeyi reddederek öteki tarafa yıllarca gitmeyişini düşündüm. Oyun, başta bana oldukça tuhaf gelen bu protestonun altındaki psikolojik direniş alanını anlamama yardımcı oldu. Sebebi ne olursa olsun, tamamen “iktidarların” siyasi iradesiyle bölünmüş ve adadaki her iki toplumun da yıllarca maddi manevi çok ciddi kayıplar, özlemler yaşamasına; hatta bu kayıp ve özlemlerle ölmesine sebep olmuş bir sınırla birlikte yaşıyoruz yıllardır. Bu sınırı birtakım devlet“ler” çizip onaylamış olabilir ama halklar olarak biz de zaman içinde o sınırı kaldırmaya çabalamak yerine, önceleri geç(e)meyerek, sonraları geçerek, hakkında uzun uzun konuşarak, büyük bir içsel itaatle kabullenip keskinleştirdik. Oyunda Reiver, çektiği sınırın, etrafımızdaki diğer sınır ve yasaklardan ne farkı olduğunu soruyor ve hep ince bir çizgi üzerinde yürüdüğümüzü söylüyordu Olivia’ya. Öyle ya, bütün ülkelerin sınırları var ve hepsine kimlikle, pasaportla giriyoruz; bankada kırmızı çizgiyi geçmeden bekliyoruz; ördek havuzuna girmeyin yazıyorsa girmiyoruz; burada oturmak yasaktır diyorsa oturmuyoruz, çimlere basmayın diyorsa basmıyoruz; bir yerde çekilmiş kırmızı şeritler varsa yolumuzu değiştiriyoruz vs. Olivia’nın Reiver’e cevabı, bunun bütün hayatımızı değiştirebilecek kadar kalın bir çizgi olduğuydu. Bizi diğerinden ayıran ve ayrı kaldıkça şüpheyi doğuran, sanki birbirimizden farkımız varmış gibi davranmamıza sebep olan bir çizgi.
O halde şu soruyu sorabiliriz biz de: Bu adanın içinde garantörler, devletler, iktidarlar, yasaklar, manipülasyonlar çemberinde o upuzun, kapkalın çizgiyi keskinleştirmeye ve birbirimizden farkımız varmış gibi davranmaya ne kadar devam edeceğiz?