1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. ‘Devrim’ hayali mi; ‘devrimci’ tutum mu?
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

‘Devrim’ hayali mi; ‘devrimci’ tutum mu?

A+A-

Günümüzün dikkate değer düşünce insanı-kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın, yapısal anlamda kapitalizm eleştirisi ve onun yaşam alanlarında ve de birey-toplum ölçeğindeki yansımalarını konu edindiği “Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü-İnka Yayınları” kitabı, konusu kapsamında bir dizi makale/deneme ve söyleşiyi içermektedir. Bunlardan bir tanesi de onun, kendisini “devrimci komünist”  olarak tanımlayan Antonio Negri’ye, bir bakıma yanıt olarak kaleme aldığı “Devrim Bugün Neden Mümkün Değil”dir başlıklı yazısıdır. (Bu arada Negri Byung’u da “kuşkucu profesör” olarak nitelemektedir) Bu yazısında Byung, Berlin’de katılımcıları oldukları bir tartışmada, (geleneksel) Sol’un makro hedefi devrim’in hâlâ mümkün olduğunu dile getiren Negri’nin görüşlerine karşı,  ‘devrim’in bugün “neden mümkün olamayacağını” - ortaya koymaktadır. Oldukça provakatif olan bu tartışmayı, tarafların vardıkları hüküm açısından hangisi haklı/doğru ikileminden birisine saplanmadan okumak/değerlendirmek acaba mümkün mü? Bunun bir anlamı var mı? Deneyelim.

Netleştirmek açısından, biraz geriden alarak kısaca özetlemek gerekirse bir ‘devrimci komünist’ olarak Negri’nin, Sol literatüre (kuramsal) ve siyasete (pratik) eleştirel/katkı olmak bakımından dikkate değer yeni/farklı çözümlemelerde/önermelerde bulunduğu bilinmektedir. Bu bağlamda dikkat çekici örnek, yeni bir kavramsallaştırmayla ‘imparatorluk’ olarak tanımladığı bugünün ‘neoliberal egemenlik sistemi’ karşısına, onu değiştirecek ‘muhalif/devrimci aktör’ olarak yine yeni bir kavramsallaştırmayla, “çokluk”u koyduğunu söylemek mümkün. Nitekim bu tartışmada dile getirdiği de, geniş ölçekli/katılımlı bu yeni evrensel direniş hattının (‘çokluk’un) nihai kertede devrimi geçekleştirecek, mevcut sistemi/düzeni değiştirecek güç olduğudur. Burada özellikle vurgulanması gereken, söz konusu çözümlemeler/önermelerin, gerek kuramsal gerekse pratik olarak geleneksel Sol ideolojik/siyasal müktesebata nispetle, onun belirleyici koordinatlarını aşan/dönüştüren, ilave farklılıklar -deyim yerindeyse güncellemeler- içerdiğidir. Zaten Negri’nin de, özellikle Solun var olduğu biçimiyle tükenişinden sonra (birlikte hareket ettiği, ortak eserler ürettikleri Micheal Hardt’la birlikte) ilgili tüm kesimlere ısrarla yaptığı çağrıda vurguladığı, günümüzde Solun gerek teorik ve gerekse pratik olarak kendini yeniden inşa etmesinin gerekli olduğudur. Bu gerekliliğin nirengi noktası ise, her mertebede hayata içkin ‘değişen koşullar’ dır. Negri bu tespitlerde bulunurken Byung ise bunları fazla naif bulmaktadır. O da bugün itibarıyla ‘devrim’in imkânsızlığını, hem cari sistemin -görünür olmaktan görünür olmamaya; disipline edici, yasaklayıcı ve baskıcı olmaktan, görece özgürleştirici, egemenlik ilişkilerine direnişleri boşa düşürücü/nötralize edici, kendiliğinden tabi olmaya zemin hazırlayan yeni ‘iktidar tekniği’ ile sistemin-; hem de öznenin -bu yeni ‘iktidar tekniği ile direnen olmaktan çıkarak daha çok itaatkâr ve bağımlı hale gelen öznenin- yeni mahiyetlerini öne sürerek açıklamaktadır. Burada ‘sistem-özne’ kapsamında çözümlemelerini/önermelerini yaparken Byung’un da temel hareket noktası, hayata içkin dinamiğin göstergesi olan yürürlükteki “cari koşullar”dır; çözümlemeler/önermeler bu zeminden yola çıkılarak yapılmaktadır. Aşikârdır ki her iki görüşte de esas zemin yaşamın her seviyede/alanda seyreden dinamik ‘koşullar’dır ve önemli olan ortak nokta da işte tam burasıdır. Şundan: Bir tarafında “devrimci bir komünist”in, karşısında ise “kuşkucu bir profesör’in yer aldığı, siyasal/ideolojik/entelektüel müktesebatı yoğun, üretken, geniş ufuklu, sorun(sal) olarak ‘devrim’in öne çıktığı bu tartışmada, gerek ‘mümkün olanın’ gerekse ‘mümkün olmayanın” söylemini/gerekçelerini bugün itibarıyla ‘değişen koşullar’ üzerinden dillendirmekte, serdedilen görüşleri “değişen koşullar” esası üzerinden ortaya konulmakta, bu da koşulların değişken/dinamik karakterleri sonucu her düzlemde ‘yeni/farklı’ olanı bir zorunluluk olarak öne çıkmaktadır.

Uzunca bir giriş olduğunun farkındayım; çok daha fazla uzatmadan, bu yazının amacının mezkûr tartışmada hangi görüşün doğru/haklı olduğu konusunda bir hükme varmak olmadığını; asıl ve daha çok, burada izlenen ve de bugünle örtüşen yöntemi/tutumu, farklı değerlendirme/okuma yapamaya müsait olması bakımından hatırlatmak istiyorum. Şunun için, bir: Evrensel ölçekte Solun -Sol diyorum çünkü burada tartışmaya zemin teşkil eden konu ‘devrim’dir- yeniden siyasal/ideolojik, seçenek ve talep olması için bu türden içerden (öz)eleştirel, dışardan eleştiriye açık, kuramsal/pratik dinamik bir sürece ve de yenilenmeye ihtiyacı vardır (Evet hem içerden hem de dışardan, çünkü kendisiyle sınırlı bir Sol’un değiştirici/dönüştürücü bir güç ve de umut olması çok zordur; daha açık bir ifadeyle Solun, şimdi/şu an yaşama müdahil, değiştirici/dönüştürücü güç ve işlevsellik kazanması, kendi içine kapanarak  dikey anlamda daralması/derinleşmesi ile değil, kendi dışına taşarak, yatay anlamda esnemesi/genişlemesiyle, sınırlarını genişletmesiyle (çokluk) mümkün olabilecektir); iki:  daha özel olarak içinde yaşadığımız ülke ölçeğinde, niceliği ve niteliğiyle kendine özgü fazladan sorunları olan -olduğu kadarıyla- Sol’un da bu zorlu süreci (zor çünkü yenilenme kapsamında kendinden başlayarak değişim/dönüşüm etkinliği kalıpları yıkan, zihinsel konforu bozan kramplara yol açan zorlu bir süreçtir) yaşaması gerekmektedir. Tam da bu nedenle “carî koşulları” gözeten, haliyle şimdiye etkin unsur olarak müdahil olan, ‘diyalog’a ve ‘eleştiri’ye açık  yöntemin, Sol adına, işlevsellik ve geçerlilik bakımından üretken bir zemin teşkil edeceği aşikârdır. Bu durumda şu sorulabilir: Bu üretken zemin ‘devrim’i mümkün/mümkün olmayan ikileminin/kesinliğinin ötesine taşıyabilir mi? Kritik nokta da galiba burası.

Şundan: Devrim, yüksek ideallerle radikal değişimleri talep eden (geleneksel) Solun vazgeçilmez büyük hedefiydi. 19.yüzyıldan başlayarak 20. yüzyıla uzanan tarihsel serüveni içinde, zaman ve mekânla sınırlı gerçekleşen biçimleri oldu. Ne var ki bugün itibarıyla, gerçekleştirilmiş biçimleriyle, o devrimler son buldu. Ancak devrimler sonrası dünyasının mevcut hali, Solun yüksek ideallerini (eşitlik, özgürlük vb) giderecek mahiyet kazanmak bir yana, daha da talep edilir bir seyir izledi. Böyle olduğu içindir ki yüksek idealleri/değerleri içkin, bunların somut karşılığı bir hedef olarak ‘devrim’ gündemden düşmedi. Gündemden düşmedi ama, tarihsel deneyimler şunu da gösterdi: Devrimler de zaman ve mekânın koşullarına tabiler ve süreklilikleri bunları gözettikleri, buna uyum gösterdikleri oranda mümkündür; aksi takdirde yıkılmaları kaçınılmazdır ve nitekim öyle olmuştur. Paradoksal gibi görünmekle beraber ‘devrim’in hâlâ konuşuluyor olması ise, taleplerinin (yüksek ideallerinin) geçerli olmasından kaynaklanmaktadır ve bu da onu ‘mümkün’ kılan yandır. Yine aynı anda ‘mümkün olmadığı’ tespitinin geçerli olması ise onun ‘değişen koşulları’ gözetmeden, bütün zamanları kuşatan bir biçim olarak algılanmasından ve bunda ısrar edilmesi halinden kaynaklanmaktadır. Buradan bakınca Negri’nin devrimin bugün ‘mümkün’ olduğunu iddia etmesinin arkasında ‘değişen koşullar’ ve buna ‘uyum/uyarlanma’ (Solun kuramsal/pratik olarak kendini yeniden inşa etmesi) vurgusunun belirgin payı olduğu söylenebilir. Keza Byung’un ‘mümkün olmadığı’ tespiti de devrimin mutlak ve değişmez bir hakikat algısında ve ısrarında karşılık bulmaktadır denebilir.

Şu da vardır: İdealize edilenin -ki devrim de son kertede bir idealizasyondur- illa ki ütopik bir yanı vardır ve bu da onu gerçek kılma yolunda ‘mümkün/mümkün olmayan’ arasında salınan bir konuma yerleştirir. Şöyle: İdealizasyonun bir yüzü onu ‘uzak’ kılan (hayali de denebilir) ütopik yanıdır; diğer yüzü ise onun gerçekleşmesi yolunda atılan adımlardır ki bu da onu ‘mümkün olan’ kılan yandır. Daha somut ifade edecek olursak İdeal’ (mükemmel) olan tam anlamıyla gerçekleşmesi mümkün olmayandır; böyle olunca o bir hedef olarak hep ‘uzak’tadır. Ancak o ‘uzak’ (mümkün olmayan) hedefi ‘yakın’ (mümkün) kılacak ‘ara aşamalar/hedefler’ de vardır. Bu ilişkiyi ‘devrim’ üzerinden konuşacak olursak onu bir ’hayal’ (uzak) olmaktan bir ‘gerçek(lik)’e (yakına) dönüştürecek olan da ‘koşullar’la örtüşen bu ‘ara’ aşamalardır. Bu bir bakıma Tanrısal mertebedeki, ulaşılamayan, uzak ‘mutlak hakikat’in, müdahale edilen, ‘inşa edilen hakikat’e (yakın) dönüşme halidir ki ‘devrim’ üzerinden bunun karşılığı ‘devrimi hayal etmek’ (uzak kılmak) etmekle ‘devrimi inşa etmek’ (yakın kılmak) ayrımıdır. İşte başlık olarak yazılan  ‘Devrim hayali’ mi ‘devrimci tutum’ mu sorusunun yanıtı da buradan verilebilir ve bu karşılık da ‘devrimci tutum’un ‘devrim hayali’ni öncelediği şeklindedir.

Negri’in kendini bir ‘komünist’ olarak değil de ‘devrimci’ bir ‘komünist olarak nitelendirmesinin sebebi de kanımca bundandır. Sol literatüre/siyasal pratiğe ait müktesebata, ‘değişen koşulları’ gözeterek katkıda bulunan ve bunun gerekliliğini vurgulayan Negri, tam bu yaratıcı/üretken tavrıyla ‘devrim’i uzak bir hayal olmaktan çıkarmakta, mümkün olabilecek (yakın) olan bir hedefe dönüştürmektedir. Bunu yaparken de ‘devrim hayali’ ile avunmak yerine onu var kılabilecek (yakın kılan) imkânları gündeme getirmekte, bu bağlamda işte o yaratıcı/üretken bir tutumu (bu bir ‘devrimci tutum’dan başka ne olabilir) sergilemektedir.

İyi de bütün bunların anlamı ne?                                                                                                   

Yerel seçimlerin arifesindeyiz, adaylar belirlendi, propaganda çalışmaları başladı. Aynı anda bu ülke için artık sürpriz olmayan gelişmeler de gündeme geldi; Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ayyuka çıkan dış müdahale bir kez daha açığa çıktı. Müdahale katsayısının giderek yükselmekte olduğu ise son günlerde medyada, Kıbrıs Gazetesi’nin müdahaleci iradeyle örtüşen el değiştirmesiyle aşikâr hal aldı. Gelişmeler böyle olunca bu anlayış karşısında muhalif kesimlerin, ama asıl bu kesimlerin önemli ayağını teşkil/temsil eden Solun tavrı önem kazandı. Bu da kaçınılmaz olarak ardı sıra soruları -bir kez daha- gündeme getirdi: Sol günden güne yaşamın her alanında hegemonik olmaya aday, bunun kilometre taşlarını döşeyen dış-iç ittifaklı blok karşısında nasıl bir tutum/tavır sergileyecek. Herkes kendi mahallesinin bekçisi olmayı mı tercih edecek; ‘uzak’ hayallerle yetinip, hiçbir halt olmaz diyerek bugünü (yakını) bir kez daha feda mı edecek; güç kazanacak diye fikri/siyasi yakınlık içinde olduğu kesimlerden, daha kolay olduğu için, pay kapma çabasıyla mı zaman geçirecek; ne sendedir ne onda bendedir bende ısrarıyla doğru/gerçek solculuğu sahiplenme yarışını sürdürmekle mi yetinecek? Sorular çoğaltabilir.

Aşikâr olan şu: Bir ‘hayal’e sahip olmak (‘hayal’i büyütelim ve ‘devrim hayali’ne sahip olmak diyelim) yeterli değildir; asıl mesele o ‘hayal’i gerçekleştirebilecek üretken/yaratıcı aklı kullanmakta, (büyük hayal  ‘devrim’ için üretken/yaratıcı siyasal/entelektüel aklı kullanmak diyelim) doğru/geçerli adımları atabilmekte, o adımları atacak olanlarla çoğalabilmekte. O hayali uzak (mümkün olmayan) halden çıkarıp ‘yakın’ (mümkün olan) hale dönüştürecek olan bu zorlu süreci yaşama cesaretini gösterebilmekte, onu sürekli kılacak tutumu sergileyebilmekte.

Aksi tutum, kendi sonunu kabullenmekten, o sona gidişe hız vermekten öte işe yaramayacaktırhakki-yucel.jpg

Bu yazı toplam 2853 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar