Dikey ve Yatay Yaşamlar
Dikey ve Yatay Yaşamlar
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Dikeyi olmayan bir yatay
ya da yatayı olmayan bir dikey
üç boyutlu olabilir mi?
Sadece yatay yaşayan insanlar vardır
sadece giden gelen gezen okuyan öğrenen
ama kendi içine hiç girmeyen
kendine hiç dalmayan
Gezip tozmak
öğrenmek, kazanmak yatay etkinlikler
kötü değiller ama yetersizler
yatayda olmak kendini tanıyamamak demek
bu dünyaya sağlam kökler atamamak demek
yatay zihinseldir,
bizi kaosa sürükler düşünceler
ne huzur buluruz ne sevgi ne mutluluk
Dev ağaçlar yere doğru derin kökler atarak
Yükselirler gökyüzüne
Derin olunca zamanı aşarız
ve koşulsuz gerçek sevgiyi hissederiz
alır ve veririz
çoklukta azı görürüz azlıkta çoku
tek bir insanla sonsuz derinliklere yol almak mı?
bin kişiyle aynı yüzeysel şeyleri yaşamak mı?
Yatay insan çokluğu sever
Dikey insan ise azda herşeyi ve fazlasını bulur.
Yatay insan büyük parlak şeyleri sever
Dikey insan küçük sıradan şeyleri
Yatay insan sürekli çevresini değiştirmek ister sıkıntıyla
Dikey insan her durumda içindeki zenginlikleri korur
Kimseye gösteremiyor diye iç dünyasından vazgeçmez.
Yatay insan sıkıcı bir hayat sürer
Çok şeyleri değiştirir gibi görünse de
Aslında hep aynı günü yaşar
Dikey insan yüzeysel değişiklikler yerine
Duygularını daha da yoğun hissetmeye
Yaşamı daha da çok sevmeye verir kendini
Bütün gün nefesini ve zihnini seyrederken
Ordaki sonsuz alemleri keşfeder
O boşluktan ve hiçlikten korkmaz
Sanırım içinde bulunduğumuz evrenin bize en büyük hediyesi bizi sınırları olmayan koskaca bir boşluk içine atmış olması. Evreni belirleyen bazı yasalar olsa da hissedişimizi ve oluşumuzu sınırlayan ya da belirleyen hiçbir kuralın ya da kısıtlamanın gerçek anlamda olmadığı bir dünyadayız. Bu aynı zamanda yaşamımızın en büyük belası, sınırları olmayan bu özgürlük ve boşluk yanıbaşında anlamsızlık girdaplarına kapılmamızı da getirebiliyor.
Hakiki olabilmek hiç de kolay değil. Yaşamımızı bu hakiki sınırsız boşluğa gözümüzü kapatarak geçiriyoruz. Çünkü bu boşluğun sonsuz kapasitesini doldurmak, yaşamımızın her bir gününü hak ettiği değeri vererek geçirmek herkesin göze alabileceği bir uğraş değil. Ancak bir yandan da korkuyoruz içten içe, yaşanmadan yaşanmış bir hayata kapılıp gitmekten. Bir yanda kalbimizin söyledikleri var, zor projeler, özgürlük ve aşkla yaşanacak günler, öte yandan bu günler son kerte bir uyanıklık, cesaret ve bilgelik gerektiriyor. Yaşamımızın gerçek anlamına kavuşması için onu taklitciliğin kolaylığından kurtarmamız gerek. Başkalarına bakıp onlar gibi yaşayarak mutlu olabileceğimize inanıyoruz. Çevremizdeki insanların gülüp eğlenmeleri onların çok mutlu olduğu gibi bir aldanış yaratıyor. Oysa eğlenceleri ne kadar sürse de kendilerini yaratamadan, sonsuzluğun mükemmel tadını almadan ölüp gidecek çoğu.
Herkesin söyleyebileceği şeyleri söylüyorlar, herkesin davrandığı gibi davranıyorlar. Aslında hiç kimse olmayan o ortalama insanın hiçliği.
Kişi kendisi olmalı. Ne kadar zor ya da korkunç gelse de insan kendi içindeki sınırsızlıktan kaçmamalı. Bir kez gerçek kendimizden kaçmayı bıraksak içimizde, zihnimize yansıyan özgürlük ve boşluğun sonsuz üretici imkanlarla dolu olduğunu görebileceğiz. Bu kavrayışa ulaştığımız anda yepyeni iç açıcı, esenlik dolu bir dünya önümüzde açılacak.
Ancak bu dünyanın, hakiki özgürlük dünyasının içinde kalabilmek mekanik bir şey de değil. Doğduğumuzdan beri kendimiz olmamaya koşullandırıldığımızdan, gerçek KENDİMİZİ kendimiz olmayandan ayırıp yaşayabilmek de yaratıcı bir uyanıklık istiyor. Aslında zaten gerçek kendimiz dediğimiz şey bir nesne değil (biz öyle yaşasak da), onu her an yepyeni bir varlık olarak keşfetmek ve üretmek durumundayız. Bunları ifade etmek bile çok zor. Çünkü dilimiz öznel deneyimlerimizi anlayıp aktaracak şekilde evrimleşmemiş. Dil toplumsal bir iletişim aracı olduğu için o toplumsal düzene hizmet ediyor ancak. Bu yüzden de biz toplumsal alanın dışında kalan gerçek duygu ve yaşantılarımızı algılayıp yaşayamıyoruz. Erich Fromm’un dediği gibi dilin filtrelerinden geçmeyen yaşantılar bilincimize ulaşmıyor bile.
Bu yepyeni sonsuz özgürlük alanına açılabilmek için kendimizi yeniden eğitmemiz, sonsuzluktan gelen duyumları algılayacak bir duyarlılık durumuna yükseltmemiz gerekiyor. Bu eğitimi ve duyarlılığı doğuda Zen Budizmde bulabiliyoruz. Zen ustaları kendilerini kısıtlayan düşünce yapılarını ve alışkanlıklarını aşabilmek için uzun süreler boyunca dikkatlerini bileyip algılarını açarak oturuyorlar. Dünyayı bize öyle ya da böyle gösteren yanılsamalar yaratan düşünceler aşılınca evrenle aramızda bir engel kalmamış oluyor. O zaman en uzaktaki yıldızlarla aramda bir mesafe kalmadan onları görebiliyorum. Zaman da bir engel olmaktan çıkıyor. O zaman Başo’nun 1600’lü yıllarda söylemiş olduğu şu sözler ta içime kadar doluyor ve kabuklarımı çatlatıp içime temiz bir havanın dolmasnı sağlayabliliyor:
Taş döşemeden
Yükselen sıcak hava,
Ufalanmış heykelin
Boyunca kıpırdanıyor
Dalmış, seyrederken
Bahçedeki kiraz ağacını,
Neler geliyor aklıma
Geçmişten bugüne.
Düşüncenin üzerimizdeki korkunç baskısını anlayıp aşabilmek için özel bir özgürleşme yolunda yürümemiz gerekiyor. Özel derken kast ettiğim toplumsal genel bilincin dışında bir alan olmasıdır. Özgürleşme ciddi ve yorucu bir mücadele değil, tam aksine bizi kasıntılı bir ciddiyetten kurtaran sevinç ve neşe dolu bir yol. Kendi doğallılığımızı ve içtenliğimizi olduğu gibi yaşayabilme yolu bu. Belki insanlar bizdeki bu neşeyi anlamayabilir, çoğu zaman onların kasıntılı dünyasında rol yapmak zorunda kalabiliyoruz. Ama şimdi artık rol yapsam da bu role kapılmıyorum. Kendi içimde kalpgözü açılanların dışındaki insanların göremediği bir bütünlük ve sevgiyle yürüyorum. Ve bu sevgi ve yaratıcılıkla büyümeye devam ediyorum.
Benim için artık “büyük şeyler” değersiz, “küçük şeyler” ise sonsuz bir değerde. Büyük şeyler yani insanların değerli olmak için önem verdiği şeyler. Para, sahip olmak, unvan ve başarı gözüme geçici ve boş şeyler olarak görünüyor. Oysa bir su damlasının sesi, ya da bahçemdeki yavru kedilerin saf halleri, ayın bulutların arasındaki hareketi, yediğim yemeğin tadı bana bambaşka anlamlar veriyor.
Toplumsal dünyada her gün aynı günmüş gibi yaşanıyor. Belli programlara göre parçalanmış bir zaman ve mekan dünyasında iki günün bende oluşturduğu bilinç neredeyse aynıdır. Sırf bu yüzden yaşamadan geçiyor günler hissi içindeyim. Oysa gerçek küçük şeyler dünyasında her gün bambaşka derinlikte tatlar alabiliyorum. Her gün ayrı bir gün olarak yoğun ve esenlikle dolu yaşıyorum. Parayla ve şöhretle uğraşarak zamanımı kaybetmediğimden kendi eğilimlerime, sevdiğim şeylere ayıracak bir dolu zamanım var.
Toplumsal dünyada, okulda, işte, evde benimle zorunlu olarak bulunmak durumunda olan insanlarla beraberim. Onların ne benimle gerçek bir paylaşımda bulunma arzuları, ne de zamanları var. Etrafımda ne çok insan olsa da oldukça yalnızım, çünkü onlar beni ben olduğum için sevmezler. Onlar için orada ben olmasam başka biri olabilirdi. Gerçek ve anlamlı şeyler paylaşamam onlarla, beni anlamak ve dinlemek için enerji harcamak istemezler. Onlar kendilerini de anlamaz ve dinlemezler, genellikle içlerinden gelen hakiki bir şeyleri hissedip ifade edemezler. Bana hep yapay bir yüz ifadesiyle gülümserler. Onlara yazdığım bir yazıyı ya da şiiri okumamı istemezler. Dertleri varsa beni bir kusma kabı gibi kullanıp içlerini dökerler ve zihnimi bir sürü saçma sapan düşünce ve korkuyla doldururlar. Ve sonra bu düşünce ve korkular içimde birikip benim düşünce ve korkularım haline gelirler. Ben de dünyaya onların baktığı kalıp ve korkularla bakmaya başlarım. Kendim olabileceğim şeyleri yapmam, yapamam artık. Başka türlü davranıp hissedersem, onlardan biri olmazsam dışlanacağımı düşünürüm.
Toplumun sahte insanlarından kurtulabilirsem benim için gerçekten değerli birkaç iyi dostumla gerçek şeyler paylaşabilirim. Onlara kendi gerçek benliğimden bir şeyler verebilirim, beni dinlerler. Ben de onları dinlerim. Belki bir iki dostum olur. Ama onlar beni ben olarak seven ve kabul eden insanlardır. Onların bir tanesi bin tane toplumsal insandan daha fazladır. O bir insanın içinde sonu gelmez bir çeşitlilik bulabilirim. Onun aslında sonsuz bir üretkenlikte olduğunu anlarım ve onun böyle derin ve tükenmez bir insan olmasına katkıda bulunurum, ben onun sonsuz yüzlerini keşfederken, o da benimkini keşfeder. O bir çocuk, bir bebek, bir anne, bir aşık, bir kahraman, bir şair, bir arkadaş, bir yoldaş, bir gizem ve daha birçok şeydir benim için.
Gerçek bir dost benim ben olmama da izin verir. Bazen yalnızlığıma çekilir, ruhumu dinlerim. Hiçbir şey yapmadan huzur içinde dinlenirim. Kendi bilincimin içinde kendimi toparlar, zihnimi düzene sokar ve yaşama enerji ve dinginlikle geri dönerim. Oysa toplumsal insan yalnız olmama izin vermez, her zaman kendi kölesi olmamı ister.
Bana gerçek bir saygı göstermez.