Dikkat! Derinya “Halk” Plajı Patlayabilir
Adanın kuzeyindeki turizmden bahsedildiğinde, akla ilk gelen bölge Girne’dir. Büyük otelleri, yaz kış demeden her hafta sonu ziyaretçileri olan casinoları, eskilerin deyişi ile diskotekleri ve kimileri club havasına bürünmüş plajları ile Kıbrıs’ın incisi diye anılır. Ama yakından bakılınca hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Trafiğin içinden çıkılmaz bir boyuta gelmesi, denizin dibi bile görünmeyen bulanıklık ve pislikte olması, kentin beton yığınına dönüşmesi ile aslında alternatif hayat arayışında olanları kendisinden uzaklaştırmıştır.
Tam da bu hissiyat üzerine, geçtiğimiz hafta arkadaşlarla denize girmek için Mağusa’ya gittik. Özellikle orada yaşayanların tanımlanamaz bir aşka bağlı olduğu bu şehir, genellikle Kıbrıs’ın kuzeyindeki diğer bölgelerden kendini kırmızıçizgilerle ayırmayı tercih ediyor. Zaman zaman bölgecilik yapılıyor diye eleştirilseler de, haklı oldukları pek çok nokta var. Uzun zamandır ben de, var olan güzellikleri doya doya yaşamak için en ideal yerler arasında Lefke ve Mağusa’yı görüyorum. Her ikisinde de doğa ve kültürel doku, bölge sakini sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri ile elden geldiğince korunabiliyor ve onun sürdürülmesi için çaba sarf ediliyor. Sahip oldukları bu özelliklerden midir bilinmez, uzun zamandır açılamayan kapılarla anılıyorlar. Bir tarafta Derinya diğer tarafta ise Aplıç kapıları, bölge insanlarının kuzey ve güney arasındaki temas noktası olarak açılması adına canla başla çalışmasına rağmen bir türlü faaliyete geçirilemedi. Özellikle Mağusa İnisiyatifi ve Magem, bu noktada iki toplumlu olarak hareket edip iradelerini daha güçlü bir şekilde ortaya koydu. Buna rağmen herhangi bir gelişme yaşanmadı. Aksine utanç tablosu olarak anılabilecek bir plaj ortaya çıktı.
Yerel örgütlerin yaz başında, plajın kullanımı hususunda boykot çağrısı yaptıklarının farkındayım. Buna rağmen gidip, kendi gözlerimle görmek istedim. Ne ile karşılaşacağımı biliyordum ama milliyetçiliğin akıl tutulmasının yarattığı hissiyatı bizzat deneyimlemenin iyi olacağını düşündüm. Denize girebilmek için Maraş’ın açık olan kısmında kıvrıla kıvrıla ilerlemeniz gerekiyor. Bir yerden sonra artık dikenli tellerle ayrılmış bölümün kenarından geçiyorsunuz. O kadar hüzünlü bir durum ki. Yıkılmış, yağmalanmış ve döküntü hâline gelmiş binaların içinden ağaçlar çıkmış. Doğa orada da yüzünü gösterip, insanların yarattığı acıya karşı direnmeyi tercih ediyor. Yaşamın devam ettiğini ve aslında kapatılan Maraş’ın hâlâ ölmediğini bize göstermek istiyor. Sanki uyandırılacağı güne kadar da oradaki hayatı korumaya devam edecek gibi duruyor. Ama son zamanlarda çıkan haberlere göre içeride hastalık baş göstermeye başlamış. Anlaşılan 44 yılın çürümüşlüğü artık dayanamayacak durumda. Biz de bunu görmezden gelmeye devam ediyoruz.
Yolun sonuna doğru yaklaştığınızda, sizi bir nöbetçi kulübesi karşılıyor. Önünde duran iki asker kimlik kontrolü yapıyor. Rastlantı sonucu iki tane Kıbrıs Cumhuriyeti plakalı araba duruyor. Merakla bekliyoruz. Acaba ne olacak diye. Çünkü Onlar, Kıbrıslı Türk ve Türkiye vatandaşlarının dışında kimsenin girişine izin verilmeyen nadide plaja girmek isteyen “yabancılar”. Bir süre nöbetçi ile konuşuyorlar ve sonunda tahmin edilen sonuç gerçekleşiyor. Her iki araba da geri dönmek zorunda kalıyor. İster istemez durup düşünüyorum, bir devletin sınır kapısında mıyım yoksa denize ulaşmak için plaja mı girmeye çalışıyorum diye. Ama hemen kendime geliyorum ve zihnimde tekrarlıyorum: “Sen normal bir ülkede yaşamıyorsun. Burası uluslararası siyasi arenada tanınmayan sınırlara sahip ama buna rağmen o sınırları denize girmeyi engellemek için dâhi koruyan bir diyar”.
Görevli asker kimliklerimizi alıp, bize kırmızı renkli ve üzerinde sayılar yazan bir plaka veriyor. Onunla “güvenli” bir şekilde Kapalı Maraş’ın ufak bir bölümüne giriyoruz. Üzerinde “tehlikeli bina, yıkılabilir” gibi uyarıların yazdığı yarım inşaat veya savaşta yıkılmış evlerin yanından geçerek deniz kenarına ulaşıyoruz. İşte utançla yüzleşme orada başlıyor. Evlerin üzerindeki duvar taşları yepyeni. Belli ki evlerinde doya doya oturamadan kaçmak zorunda kalmış sahipleri. Hayatlarına dair kurdukları hayaller de bilinmez bir tarihe kadar ertelenmiş. Deniz kenarına yaklaşınca, kapalı kısımda bulunan bir yer gözüme çarpıyor. Askerin kullanımında olan bir mekan. Kıbrıslı Türklerin 44 yıl sonra yararlanabildiği denizden, buranın sahiplerini kovan ve kendi malı gibi yerleşen asker, 1974’ten beri güzelim sularda yüzme zevkini yaşıyor. Adalet bunun neresinde? İnsan sormadan edemiyor. Maraş içerisinde yapılan yağma ve elde edilen ganimet konusuna hiç girmiyorum. Çünkü şimdiki konumuz deniz işgali.
Son olarak gözüm bir tabelaya takılıyor. Üzerinde “patlamamış mühimmat” yazıyor. Bunun yanından ilerleyip suya giriyorsunuz, güneşleniyorsunuz, çocuklarla birlikte kumdan kale yapıyorsunuz. Hemen yanı başımızda savaş kalıntıları ve patlamaya hazır araç gereç varken, her şey normalmiş gibi serin sulara bedenimizi bırakıyoruz. Biz bunu yaparken kimi yöneticiler ülkedeki barışın kurulduğunu iddia ederken kimileri ise Derinya geçiş kapısının açılmasını bilinmeze uğurluyor. Aslında herkes bu garip durumu kendi yöntemleri ile meşrulaştırıyor. Tüm bunlara inat, Maraş’taki yıkıntılar, tüm gerçekliği yüzümüze vuruyor. Utanın diyorlar; bu ülkeyi hâlâ birleştiremediğiniz ve ne idiği belirsiz düzenin devamına hizmet ettiğiniz için utanın.