DİKTATÖR
Müthiş performansları ile Spencer Tracy ve Burt Lancaster’ın ve tabii efsanevi Marlene Dietrich’in rol aldığı Nürnberg Davası filmini izlemediyseniz, bir yerlerden bulup izleyin. İzlemiş olanların affına sığınarak, izlemeyenler için filmi kısaca özetleyeyim:
Neredeyse tamamı bir mahkeme salonunda geçen filmde, yenik düşmüş Nazi Almanyasının muktedirleri arasında yer alan, verdikleri kararlarla binlerce insanın ölümünden ve büyük acılar yaşamasından sorumlu tutulan 4 eski hakimin yargılanma süreci anlatılır. 4 hakim, III. Reich’ın mutlak iktidarında otorite adına verdikleri kararlarla rejim muhaliflerinin yok edilmesi ya da susturulmasına doğrudan aracılık etmekle suçlanırlar. “Sonucu belli bir dava” olarak bakıldığından, yargılama için, savaşın galibi ABD’den gönderilen, gözden düşmüş bir yargıç, Dan Haywood (S. Tracy) görevlendirilmiştir. Nürnberg sokaklarında dolaşıp, insanlarla sohbet eden Haywood’u en fazla etkileyen şey, herkesin ağız birliği etmişçesine, işlenen suçlardan haberdar olmadığını söylemesidir.
Hitler’in yıllar içerisinde yaratmaya çalıştığı güçlü devletin kusursuz insanları; gözlerinin önünde işlenen suçlardan, başta Yahudiler olmak üzere Komünistlerden eşcinsellere kadar çok geniş bir skaladaki yüzbinlerce insana uygulanan sistematik zulümde sorumlulukları olmadığını ileri sürmektedirler. Film, toplumun otoriteye adım adım nasıl boyun eğdirildiğini ve bu boyun eğdirme sürecinde görevinin gerektirdiği ahlak ve vicdandan uzaklaşanların trajedisini anlatır. Gerçek bir yargılama yapacağına inanan Yargıç Haywood, insanlarla konuştukça mahkeme 4 eski Nazi yargıcın hesap verdiği bir süreç olmaktan çıkar ve Hitler’e biat etmiş tüm Alman toplumunun ahlaken yargılanmasına dönüşür…
***
Hitler’i yaratan ve sonra yarattığı bu mite tapınan Almanya’nın III. Reich macerası, güncelliğini yitirmeyen ilginç bir sosyal deney gibidir.
Yolunu kaybetmiş bir koyun sürüsü gibi gördüğü toplumu bir araya getirmek, kendi inandığı değerler doğrultusunda bir toplum modeli oluşturup uygulamak, bu uğurda önüne çıkanları acımasızca saf dışı etmek Hitler’in en önemli özelliğiydi.
Almanya’nın büyük toprak kaybetmesine yol açan Versay anlaşmasıyla güçsüzleştirildiği iddiasının ateşli savunucusu olan Hitler yeterli güce eriştiği anda Versay anlaşmasını tanımadığını ilan etmiş ve bu anlaşma ile aciz olduğu bir dönemde Almanya’dan zorla koparıldığına inandığı Avusturya ve Polonya’yı ilhak etmekle başlamıştı işe…
Başlangıçta herkes kafa bulmuştu bu küçük, çılgın, vasat onbaşıyla… Ama kısa sürede toplumun en yoksul, en mutsuz, en çaresiz kesimlerinden başlayarak etrafında hatırı sayılır bir taraftar kitlesi yaratmış, küçük ve orta burjuvazi bu büyüyen güce kayıtsız kalamamıştı. Derken patronlar dünyasının dikkatini çekmişti Hitler. Onların tek kaygısı olan soygun düzeninin devamlılığı için otoriter, güçlü ama “kontrol edilebilir” bir düzenleyici gözüyle bakılmıştı Hitler’e. Ta ki kontrolden çıkana, toplumun tüm kesimleri gibi, kendisine biat etmeyen patronları ya biat etmeye ya da mülksüzleştirmeye zorlayana kadar… Kurduğu korku imparatorluğunda taraf olmayan bertaraf olmaktaydı çünkü…
Weimar Cumhuriyetinin Büyük Almanya’dan kalanları kurtarabilmek için imzaladığı Versay anlaşması ile incinen onurlarını iade etmeyi hedefleyen bir siyaset izlemiş ve buna uygun bir dil kurmuştu Hitler… Tek Devlet! Tek Millet! Tek Lider! (Ein Wolk! Ein Reich! Ein Führer!) sloganı her konuşmasında kendisini izleyenlere tekrar ettirilmiş ve nihayetinde Büyük Almanya’nın zorla koparılmış kadim toprakları olarak adlandırdığı Avusturya ve Polonya’yı ilhak ederek gözünü önce Avrupa’ya sonra bütün dünyaya dikmişti…
Sanıldığının aksine Alman siyaseti Hitler ile iş birliği yapmamış, onu ciddiye almamıştı. Hitler’in arkasından her birini yok edilmesi gereken birer parazit saydığı Komünistler, sosyalistler, sosyal demokratlar, liberaller değil, Alman ulusunun milliyetçi- sağ unsurları yürümüştü. Bugün deli saçması gibi görünen “Weimar öncesi Büyük Almanya” ideali herkesten önce orta sınıf millyetçilerinin içini gıcıklamış ve Hitler’in giderek ırkçı- yayılmacı çizgiye dönüşen muhafazakâr milliyetçiliğine uyum sağlamakta güçlük çekmemişlerdi… Alman orta sınıfları, çoğulcu, demokratik bir Cumhuriyet yerine güçlü bir Almanya hayaline inanmayı tercih ettiler. Hitler özgürlükleri birer birer gasp ettiğinde sessizce ya da zaman zaman açıkça alkışlayarak onayladılar yaptıklarını.
Binlerce akademisyen üniversitelerden kovulduğunda önemsemediler. Binlerce insan tutuklandığında önemsemediler. Belirli etnik grupların, Yahudilerin, Çingenelerin, “Alman gibi Alman olmayanların” teker teker imha edilmeye başlanmasını yadırgamadılar. Alman kadınlarının kuluçka makinesi gibi görülmesine, çocuk doğurmanın her Alman kadının vazifesi haline gelmesine tepki vermediler.
Zaten Hitler’in durası, dinleyesi de yoktu itirazlar karşısında. Hedefleri büyüktü. Önce siyasi rakiplerinin birbirlerine olan nefretinden yararlanarak başbakan oldu. Ardından elde ettiği gücü siyasetin tek renklileşmesi, tek seslileştirilmesi için kullandı. Nasıl olsa Weimar Cumhuriyeti can çekişiyordu.
27 Şubat 1933 gecesi Alman Parlamento Binası (Reischtag) yakıldı. Yangın bir kundaklama eylemiydi ve bir komünist militanın üzerine yıkıldı. Reischtag yangının Hitler tarafından tezgahlandığı ileri sürüldüyse de olay hiçbir zaman aydınlanamadı, sabotajın gerçek failleri asla açığa çıkarılamadı. Elbette Hitler bu yangını, Almanya’ya yapılmış alçakça bir saldırı olarak lanetledi ve artık kendisine mutlak gücün teslim edilmesi gerektiğini ilan etmek için aradığı fırsatı bulmuş oldu.
Reischtag yangınının hemen ardından çok geniş tutuklamalar yapıldı. Eski anayasa askıya alınarak III. Reich’ın yeni anayasası yürürlüğe sokuldu. Nasyonal Sosyalist Parti dışındaki tüm partilerin, yayınları ve siyasi faaliyetleri durduruldu. “Terörist faaliyetleri” gerekçe gösterilerek Alman Komünist Partisi’nin Parlamentodaki 181 milletvekili ve parti ileri gelenleri tutuklandı.
Ve nihayet Reischtag yangınından sadece 1 ay sonra, 24 Mart 1933’te Hitler diktatoryal yetkilerle donandığı “Führer” ünvanına kavuştu… Artık muradına ermiş, Parlamenter demokrasiyi ortadan kaldırmayı başarmış ve başkan olmuştu… Önünde durabilecek hiç kimse kalmamıştı… Sonrasını biliyorsunuz…
Şimdi, 2016 yılının Ekim ayının son günlerinde inanmak, tahayyül etmek zor geliyor elbette… Alman halkının, Almanya’nın felaketiyle sonuçlanan böyle bir maceranın peşine nasıl düştüğünü anlamak kolay değil tabii…
Çok şükür, böyle şeyler biz 21. Yüzyıl insanları için geçen yüzyılda kalmış korku masalları kadar uzak… Tarihten ders almış yeni bir nesil olarak kendimizi ne kadar şanslı kabul etsek, ne kadar mutlu olup gururlansak az değil mi?...