Dilin Sonsuzluğundan Sonsuzluğun Diline
. Dil yoluyla önce varlıkları birbirlerinden ayrı oldukları yönlerine göre ayırıp sonra onlar üzerinde bu ayırım temelinde işlem ve manipülasyon yapıyoruz.
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
İnsanın ne olduğunu tanımlarken onun düşünen ya da konuşabilen hayvan olduğu söylenir bazen. Ben kişisel olarak bu tanımlamayı pek sevmiyorum. Birincisi insanı illa ki hayvanlardan ayırıp daha üst bir kategoriye yerleştirme ihtiyacı nerden geliyor? Neden sürekli olarak hayvanlar gibi olmadığımızı dile getirip sürekli kendimizi onlarla bir tutmaktan bu kadar korkuyoruz? Neden kendimizi hayvanlardan ve diğer doğal süreçlerden ayırmaya bu kadar hevesliyiz acaba? Bu aşağılık kompleksinin nedeni bitkilerin ve hayvanların daha basit ve sefil bir yaşam sürdüklerine inanmamız olabilir mi?
İnsan düşünür ve konuşur diyoruz ama doğal varlıkların konuşmadığını nerden biliyoruz? Bütün sorunumuz gene dilin düşünmenin tek biçimi haline gelmiş olması olabilir mi? İnsanı ayrı bir kategori olarak düşünmemizi sağlayan bir dilimiz var. Dilin kendisi isimlerden ve kavramlardan oluşuyor ve bu isimler ve kavramlarda onlara atfettiğimiz ayırt edici özellikleriyle var oluyorlar. Dil yoluyla önce varlıkları birbirlerinden ayrı oldukları yönlerine göre ayırıp sonra onlar üzerinde bu ayırım temelinde işlem ve manipülasyon yapıyoruz. Bu alışkanlığımız o kadar kökleşiyor ve dili kullanma pratiğimiz o kadar yaygınlaşıyor ki, nesneleri, varlıkları birbirleriyle ilişkileri ve ortak noktaları üzerinden duyumsama, algılama ve etkileşme düzeyindeki varoluşumuzu kaybediyoruz. Dil ve düşünce bize nesneleri manipüle edebilme gücü verirken, onları manipüle etmeyen bunun yerine onlarla birlikte akan, devinen tarafımız bilinçdışımıza itiliyor. Bu nedenle bilinçdışını Freud’un tanımladığı gibi bastırılmış anı ve dürtüler olarak görmek sorunun büyüklüğünü görmemizi engelliyor. Çok daha derin bir biçimde baktığımızda bilinçdışı düşüncemizin kalıplarını kırıp çıkmayı başaramayan duygu ve yaşantılarımızdan oluşur. İfade edilemeyen, eyleme geçmeyen ve benliğimizin bir parçası olamayan yaşantılarımız bizim gitgide dünyadan yabancı, soyutlanmış benlik evrenlerinde yaşayan varlıklar olmamıza neden oluyor.
Dil elbette insan ürünü muazzam bir zenginliktir. Öyle ki bundan üç yüz sene ya da üç bin sene önce yazılmış bir metin bize yazarının niyetlendiği ve niyetlenmediği birçok mesajı iletmeye kadirdir. Bir şiiri ya da kitabı okuduğumuzda sözcüklerle kurulmuş etkili kombinasyonlarla yazarın yaşantı ve hislerini algılamamız mümkün olabilmekte, onun duygu derinliğine nüfuz ederek beslenebilmekteyiz. Yazarı ta içimizde, yüreğimizin en derinlerde, yaşadığı bütün acı ve sevinçleriyle duyumsayabiliriz. Bu bir mucize değil mi? Ancak gözden kaçırmamamız gereken bir nokta var: Bir yazarın ya da şairin yaşantılarını ancak biz de ona benzer içsel çatışmalardan ve yaşantılardan geçmişsek algılayabiliriz. O halde burada bir ortak yaratım vardır. Yazar okuruyla öldükten sonra dahi buluşup onunla beraber akarak ona etki etmeye ve okurun metne yeni yüklediği anlamlarla da beslenmeye devam edecektir. Elbette ölülerin de yaşadığını varsayarsak. Ancak dilimiz ölülerin yaşadığını varsaymaz ve bu nedenle ilkel kabilelerin ölüler dünyasından bahsetmelerini ve atalarıyla iletişim kurmalarının anlamını algılayamayız. Şimdi bunları söylerken ölülerin yaşadığını ve orda ayrı bir evren olduğunu iddia ettiğim sanılmasın. Ancak saldırmak istediğim nokta tam da burası. Eğer ölüler alemi diye bir şey olduğunu iddia edecek olursam dili kullanımımızdaki kalıplardan ötürü bir deli gibi görünebilirim. Ancak mecazi bir ifade kullanacak olursam bağışlanırım ve deli damgasını yememiş olurum. Mesela şöyle diyebilirim: Falanca şair öldükten sonra şiirleri yayınlanıp değeri bildiği için mezarında huzur bulmuştur, yapıtlarıyla ölümsüz olmuştur. Ya da kendisinden kötü söz edilen bir ölü içinse kemikleri sızlamıştır deriz.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi dilin edebi ya da estetik olmayan kullanım biçimlerinde hüküm süren mantık ve dünya anlayışı deyimler ve diğer mantıkdışı dil anlatımlarından farklıdır. Bir fıkrada cehenneme giden ve orada affedilip geriye dünyaya yollanan bir adamın varlığına (elbette fıkranın sonsuz yaratıcı hayal aleminde) itiraz etmeyiz. Rüyalarımıza ölmüş yakınlarımızı görüp sanki onları gerçekten görmüşüz gibi hüzünlenir ya da sevinebiliriz. Dili günlük işlerimizde tutarlılık ve düzen adına mantıksal düzeyde kullanmamız gerekir. Markete gidip alışveriş yaptıktan sonra parayı bir sonraki hayatımızda ödeyeceğimizi söyleyemeyiz, en kısa yoldan elimiz boş olarak kapı dışarı ediliriz. Ancak markette, işyerinde ve sıradan ilişkilerimizde kullandığımız dilin bütün dünyayla ilişkimize hükmetmesine izin verdiğimizde ne rüyalarımızı hatırlayabiliriz ne de rüya gibi olan muhteşem yaşantılarımızın farkında varabiliriz.
Rüyaların mantıksal süzgecimizi aşan son derece yaratıcı bir dili vardır. Rüyalarımızda tamamen kendi iç evrenimizin mutlak özgürlüğüne sahip olduğumuz için ve bir yararcılık ya da tutarlı olma dürtüsünden kurtulduğumuz için en akla hayale gelmez olayları yaratabilir ve onları gerçekmiş gibi oynayabiliriz. Rüyalarımızın hem yazarı hem oyuncusuyuz. Peki bunca farklı ve normal bilincimizde hayal edemediğimiz şeyleri düşleyebilen kimdir? Eğer mantıklı dil askıya alınmamış olsaydı ve rüyalarımızda dil yerine görsel nesnelerin ve sembollerin gücünü kullanmamış olsaydık o kadar sürekli, yoğun ve harika şeyleri görebilir miydik? Örneğin ben bazen aynı mekanlarda geçen benzer rüyalar görürüm, bu rüyalarımdan biri de uzak dağlarda bir ormanda geçer. Bu ormanda ağaçların arasından şırıl şırıl akan bir derenin kenarına gidip arkadaşlarım ya da ailemle piknik yaparız. Bu rüya benim için her zaman çok mutluluk verici ve esinleyici olmuştur. Bu rüyayı gördükten sonra sabah uyandığımda bazen bu rüyanın anlamı üzerine düşünürüm. Aslında düşünmekten çok rüyayı tekrar yaşayarak oradaki temel duyguyu yeniden hissederim, bu his berraklık, sevgi, gizem ve akışla ilgilidir. Ve rüyamda bu unsurları temsil eden semboller etkinleşmişlerdir. Bu şekilde rüyaların anlamı üzerine düşünerek günlük yaşamımıza semboller aracılığıyla ışık tutabiliriz.
Bizler yaşamımızı mantıksal dilin baskın gücü altında geçirdiğimiz için bütünlüğümüzü kaybederiz. Oysa dili çağrışımsal bağlardan özgür ve yaratıcı bir biçimde kullansaydık önümüzde sonu gelmez kapılar açılırdı. Dünyayı cehenneme çevirmemizin nedeni sevgi, aşk, tanrı ve mutluluk da dahil olmak üzere bütün değerleri sabit anlamlara hapsetmiş olmamızdır. Sözcükleri alışılageldik bağlam ve anlamlarından kurtarabilirsek deneyimlerimizin de sonsuz bir şekilde patlamasına olanak tanıyabiliriz. Eskimoların dilleri kullanma biçimi her anlattıkları etkinliği yeni kelimeler ve benzetmelerle aktarabilecekleri bir özgürlüğe imkan tanırmış.
“Bizim muhtemelen tamamlanmış, bütünüyle olgunlaşmış sözcükler ya da söz parçalan kullanacağımız yerlerde Eskimo, tek tek her bir durum için, sırf o durumu karşılamayı amaçlayan yeni bileşimler icat eder. Kelime oluşturmak açısından Eskimo, sürekli olarak in statü nascendi durumundadır... kelimeleri anın basıncı altında dile düşürür.” Basit karşılıklı konuşmalarda 10.000-15.000 arası takı kullanır. Konuşma şiirdir ve şiir özel bir yetiyle donatılmış, ayrı bir eğitimden geçmiş kişilerin tasarrufunda olan bir şey değil, herkese ait, kamusal bir şeydir. Uzay, zaman ve gerçeklik dilden dile değişir. Nuerlere göre, zaman insan eylemini sınırlamaz, onun bir parçasıdır ve onun ritmine tabidir: . . Nuerler . . . zamandan gerçek, geçmekte olan, beklenebilen, kazanılabilen veya benzeri bir işleme konu bir şey olarak bahsetmezler. Sanıyorum ki şu zamana karşı yarış duygusunu ya da faaliyetleri soyut bir zaman akışı içinde koordine etme zorunluluğunu bir kere olsun yaşamamışlardır, çünkü başvuru noktaları, esas olarak -genellikle telaşsız icra edilmek gibi bir özellik gösteren- faaliyetlerin bizzat kendisidir . . .” (Akla Veda. Paul Feyerabend)
Her tür araç gibi dil de bizi köleleştirebileceği gibi özgürleştirebilir de. Dil ve düşünce arasındaki ilişkiye ilişkin yapılan tartışmalardaki temel konu dilin de düşüncenin de tam olarak tanımlanamamış olmasıdır. Ancak tanımı tam olarak yapılamayacak şeyler toplumsal düzenin tutarlığı ve belirsizliğin ortadan kaldırılması adına yapılmış varsayılır ve bu da sonu gelmez sorunlara neden olur? Dil en geniş anlamda her tür sembolle kurduğumuz iletişimdir. Varlıkların birbirlerinden haberdar olmalarını, etkileşim içinde olmalarını ve bütünleşebilmelerini sağlar.
Dile en derin en geniş bakış açısı neyi görür? Bütün evrensel nesnelerin birbirleriyle konuştuğunu. Uzaktaki yıldızların bile bize bir şeyler söylediğini, canlı cansız her şeyin bir şey anlatmaya çalıştığını ama bu anlatıların da kasti olmadığını, varoluşlarının kendiliğinden bir şey anlattığını. Ve bizlerin de bu sonu gelmez senfoniyi dinlediğimizi ve bizim de buna katıldığımızı. Olanın sonsuz açılımında sonsuz sayıdaki renk ve biçimi özel bir amaç gütmeden ifade ettiğimizi, bizzat yarattığımızı. Ancak susup anlatılanları dinlemeyince, gözlerimizi kulak, kulaklarımız göz yapmayınca kimin ne anlattığını görüp duyamayız. O zaman işte karanlık bir evrende yaşamaya başlarız. Bu çok çok önemli ve hayati bir konu. Dinlemeden, koklamadan, bu zengin çeşitlilikle son derece kısıtlı olarak temas ederek ne kadar yaşayabiliriz? Dil sadece sözcüklerden ibaret olamaz. Dil her tür duyumun içindedir, sinir sistemimizde başlar ve uzaktaki yıldızlara ve onun da ötesine gider. Eğer duyulmayanı duymak istiyorsak sessizliği dinlemeyi öğrenmeliyiz. Sessizlik en uzaktakini en yakın yapabilmektir. Kaba içsel konuşmalarımızı bir kenara koymadan bunu başaramayız. En çılgınca gelen düşüncelerin bile olası ve hatta gerçek olduğunu kabul etmeden düşünsel kalıplarımızı yıkamayız. Ne gibi mi? Ölülerin burada oldukları ve hatta hiç kimsenin ölmemiş olduğu, Tanrının yanı başımızda oturduğu ve bir yaprak olduğu ama gene de erişilmez ve bilinmez uzaklıkta olduğu, sonsuz uzaklıktaki bir galaksinin bizim galaksimiz olduğu, her şeyin iç içe geçmiş olduğu ama gene de ayrı olduğu. Mantıklı şeylerin en büyük saçmalık, saçmalıklarınsa son derece değerli olduğu. İstediğiniz kadar sayın. İstediğiniz kadar sözcük kombinasyonunu bir araya getirin. Bunu içinizden geldiği gibi, sadelik ve cömertlikle yapabilirseniz hepsi sanat olacaktır.
Kelimelere sığınanlar gerçekten kaçanlardır. Zihinlerindeki kelimelere, düşüncelere aldıranlar onların tutsaklarıdır. Anlamaya çalışanlar anlayamayanlardır. Anlamak, anlatmak, ortak bir anlayış kurmak en az iki kişi söz konusu olduğunda geçerlidir. Sıradan ilişkilerde dil en az iki kişinin olduğu dünyalar kurar. En az iki kişi birbirlerinin ortak, kişisel olmayan, paylaşılabilen dünyalarına indirgenirler. İki kişi olduğunda, ben ve sen, biz olur. Biz ise hiçbirimiz değildir. Kurduğumuz ortaklıkla iki kişiden başlayarak, toplumsal örgülerle kendimizi kendimiz olmayana indirgeriz.
İki kişi birbirini anlamaya başlar, anlamak belli bir biçime indirgenmiş olmayı kabullenmektir. Yarında var olacağız ve aynı şekilde oynayacağız demektir anlamak. Anlamak, düşünmek, tutarlı dizgelerle dünyayı her gün aynı görünen bir algı biçimine kilitlemektir. Bu algı bizi yok eder, hem sahte olana hem tek boyuta bastırır varlığı. Var olmanın tekbiçimi olarak görülen algı kilitlenmesi bizi oyunun kurallarını değişmez gerçekler olarak görmeye zorlar. Bütün ilişkiler ağı, tanımlanmış ölü bir dünyada yaşamak zorunda hissetmektir. Ancak aşk kırabilir bu ağı. Bir insanla indirgenmemiş, kendimiz olmaktan kaçmayacağımız, koşulsuz, tam, hesapsız olabildiğimizde çözebiliriz algının kilitlerini.
Sıkıntının nedeni budur. Sıkıntı dünyayı bilmektir, yarın ne olacağını bilmektir. Nereye gideceğini bilmekten de öte gittiğin yerin hep aynı yer olmasıdır. Yaptığın şeylerin işe yarar olması, birikmesi ve seni gitgide başarılı ve çok şeye sahip biri yapmasıdır. Böylece oyunun diğer aktörleri için istikrarlı oyuncular olursun. Onlar da seni ödüllendirirler, parayla, ilgiyle, maaş artışlarıyla ya da bunlar yoksa korkuyla, ölümle, cehennemle. Oyunu sürdürmen için gereken her şekilde baskı devam ettirilir. Artık onlardan biri olup hayaletler şehrinde bir ölü daha olmaktan başka ne yapılabilir ki? Yeter ki ölü olduğun anlaşılmasın.
Anlaşmak, demek ki kendini nesneye dönüştürmek, anlamak sonsuzluğu kalıplamak demektir. Anlaşılmayan ama algılanan bir dünya türlü gerçekliklerin kurulup bozulmasına izin verir. Algılama sonsuz biçimler kazanmak için sürekli bilenir, indirgeyici yansımalardan (dil gibi) arındırılır.
*illustrasyon: Pat Perry