Dimitris Hacıdimitriu yazdı: “Geçmiş uygarlıkları başkalarına karşı üstünlük taslamak için değil, bir şeyler öğrenip geleceğimizi iyileştirmek için anıyoruz…”
Barış aktivisti Dimitris Hacıdimitriu, geçtiğimiz günlerde sosyal medya paylaşımında dikkat çekici bir yazısını yayımladı. Bu yazıyı okurlarımız için Türkçeleştirdik. Dimitris Hacıdimitriu, şöyle diyor:
“Bir yıl önce, Lefkoşa yakınlarındaki Aysozomeno köyüyle ilgili bir yazı yazmıştım ve bu yazıyı arkadaşım Sevgül Uludağ, YENİDÜZEN gazetesindeki sayfasında yayımlamıştı… Bir Kıbrıslıtürk çobanın bazı Kıbrıslırum milliyetçiler tarafından öldürülmesiyle birlikte meydana gelen bir dizi olayın, o köyün tümüyle terk edilmesine yol açtığına ilişkin bir öyküydü bu…
Kıbrıs’ta milliyetçilik ve aşırı sağ yükseliştedir, neo-Nazi partisi ELAM, parlamentoda iki milletvekiline sahiptir. Kıbrıs’ta ırkçılık da tırmanıştadır, bu mültecilere, göçmenlere ve sivil savaşlarla baskıcı rejimlerden kaçarak siyasi iltica talep eden insanlara karşı kendini göstermektedir…
Sözkonusu milliyetçiler klasik Atina’nın, Büyük İskender’in, Bizans egemenliğinin eski parlak geçmiş günlerine bakıyorlar – artık geçip gitmiş günlerdir bunlar. Ve bu milliyetçilere meydan okumamız gerekir. Antik Atina ve Isparta’nın Perslerin İmparatorluğu’na karşı yürütmüş olduğu savaşı, 1960’lı yıllarda yalnız çobanları yakalayıp öldüren birkaç silahlı serserinin korkak davranışlarıyla kıyaslayamazsınız. 1974 savaşında da milliyetçilerin nasıl davrandıklarını gördük. Tepeden tırnağa silahlı bu fanatik süper vatanseverler Kıbrıslıtürk köylerinde silahsız sivilleri öldürmekle, tecavüz etmekle ve ganimet yapmakla meşguldüler…
Kıbrıslırum milliyetçiler, başka yerlerdeki milliyetçilerden daha iyi ya da daha kötü değillerdir, ister Türk Ülkücüler, ister Britanya Futbolsevler İttifakı, isterse Almanya, Fransa, Macaristan, Polonya gibi ülkelerdeki kafadarları olsun…
Klasik Yunanistan’ın, esas olarak da Atina’nın modern uygarlığa büyük katkıları olduğu ve Büyük iskender’in büyk bir imparatorluğu olduğu doğrudur da, öyleyse ne? Despot Bizans İmparatorluğu hakkında ise ne kadar az şey söylersek, o kadar daha iyi olur… Araplar da sanat, bilim ve insan uygarlığının iyileştirilmesi yönündeki anlayışımızda büyük bir rol oynamışlardı. Onların da büyük bir imparatorlukları vardı. Aynı şeyleri antik ve modern Çin, antik Mısır ve Hindistan, modern Avrupa vs. için de söyleyebiliriz. Bu bir yarış değildir ki! Tüm geçmiş uygarlıkları göğsümüzü kabartıp başkalarına karşı üstünlük taslamak için değil, geleceğimizi iyileştirmek için onlardan bir şeyler öğrenmek için anıyoruz…”
(Dimitris Hacıdimitriu – Ocak 2019)
BASINDAN GÜNCEL…
“Vicdani ret ve geçmişten bugüne…”
Ulus Irkad
1964 yılında daha 7 yaşındaydım. 7 Mart 1964 şaibeli (Ansızın ne olmuşsa olmuş karşı mukavemetleri ve sayıları, zayıf olmasına rağmen Kıbrıslıtürkler, Baf’ta saldırıya geçerek bile bile Kıbrıslırumları tahrik etmişlerdi) çarşı saldırısından sonra, misillemeye başlayan Kıbrıslırum güçler, ağır silahlarla vurdukça vuruyorlardı. Dışarıda atılan bombalardan dolayı ortalık toz dumana bürünmüştü. Bir aralık Baf’ın Kuzey Batı’sında bulunan Mavrali Bölgesi’nde görevli bulunan büyük dayım İbrahim Cibo, telaş ve korkuyla mevziden geri gelmişti. Ben o küçük yaşıma rağmen olumsuz olayların olduğunu anlamıştım. Dayım gelmiş ve benden iki yaş küçük olan oğluyla, yine benden üç yaş küçük olan kızına sarılmıştı. Ben bunun bir veda ediş olduğunu anlamıştım. Anneme anlattığına göre mücahitler yavaş yavaş geriye çekiliyorlardı. Kendi mevzisindeki arkadaşları esir düşüp öldürülmüşlerdi. Mukavemet edecek güçleri kalmamıştı. Dayım elindeki tabancayı ve iki el bombasını tutmaktaydı. Çok üzüntülüydü. Bu arada Baf Çarşı camisi (İki camimiz vardı; biri Ebubekir, diğeri de Çarşı camisi), gene mücahitler tarafından minare kısmı, Rumların eline geçmemesi için patlayıcılarla tahrip edilmişti (Minarenin yarısı tahrip oldu; propaganda kaynaklarımız bundan bahsetmez “Rumlar yaptı” derler). Durum çok kötüydü. Gene anlattığına göre bir Rum tankı (Buldozerden bozma) da yavaş yavaş bizim bölgeye ilerlemekteydi ki galiba bu tankı mücahitler mayınla havaya uçurmuşlardı. Onlarca kadın ve çocukla aynı odadaydık ve insanlar telaş içinde birbirlerinin yüzüne bakmaktaydı. Yüzlerde korku okunmaktaydı. O anda üç çocuğuna sarılan gözleri yeşil olan bir kadının korkudan ve telaştan ağlayarak ve çığlık atarak çocuklarına sarıldığını gördüm (O kadın sonradan akıl hastahanesine düşecekti). Onların ağlayışlarını görünce benim de korkudan ağlamaya başladığımı hatırlamaktayım. O ölüm saçan tankın biraz sonra içeriye girip hepimizi öldüreceği korkusu içindeydim. Daha sonra o tankın mayınla berhava edildiğini ama o günkü olaylarda birçok tahrikin de bizim tarafa ait olduğunu, hemen hemen olayları bizim başlattığımızı öğrendim. Çarşı saldırısında, yedi Kıbrıslırumu öldürenlerin, 9 Mart’ta da misillemede 15 Kıbrıslıtürk’ün ölümüne sebep olduklarını, sayımızın az olmasına rağmen niye uyuşma noktası aramayıp da çarpışmaya ve olayları büyütmeye çalıştığımızı bir türlü bugün bile anlayamıyorum. Yoksa amacımız insanlar ölsün de Türkiye Kıbrıs’a müdahalede bulunsun muydu? Sanırım kuvvetle muhtemel olan da buydu. Onlarca insan her iki taraftan da boşu boşuna öldürülmüşlerdi.
Yıllardan 1967 yılıydı. Köfünye olayları… Köfünye’ye giden Sancaktar, keyfi davranıp Lefkoşa-Limasol yolunu geçişe yasaklayınca, General Grivas hemen emrindeki Yunan Ordusu’yla köye girmiş ve kısa bir çarpışmadan sonra, 24 de kayıp verilince köyü eline geçirmiş, bu arada Türkiye de Yunanistan ve Makarios’a sert çıkınca, olay bir anda genel bir savaş havasına bürünmüş, ilkokul öğrencileri bile mevzilere sürülerek mevzi kazmışlar, her tarafa barikatlar konarak, tankların Türk Gettolarına girişi engellenmek istenmişti. O dönemlerde 10 yaşındaydım ve çok küçük olan iki yaşlarındaki kardeşimle mevzilere toprak çuvallar taşıdığımızı hatırlıyorum.
1974 yılındayız… 17 yaşındayım. Bir sene önce İzci Kampı kamuflajıyla Baf yakınlarındaki Türk Köyü Mandirga’da, deniz kenarında, askeri eğitim görüyoruz ve hatırladığım kadarıyla üç de piyade kurşunuyla, baba piyadelerle nişangah eğitimi de alıyoruz. O sene, benim akran birçok arkadaşımla, o kampta iki hafta askeri eğitim görüyoruz. 15 Temmuz 1974’te, Makarios’a darbe olduğunda, bir gün sonra mevziye çağrılıyorum. Akranlarım da aynı şekilde… Bana devredilen bir sten makineli tabanca, iki şarjör ve onlarca kurşun vardı üzerimde. İmzaladığım bir kağıtta, nereye gideceğimden, silah numaram, ekmekliğimden matarama kadar her şey önceden kararlaştırılmıştı. Günlerce mücahitlerle nöbet bekliyoruz, aralarda silah eğitimi ve askeri eğitim alıyoruz. 20 Temmuz 1974 yılında bir bölgeye saldırı yapıp oradaki iki Kıbrıslırum Makariosçu polisi esir alıyoruz. Daha sonra da Baf’a çıkarma yapan “L 172” numaralı Yunan gemisi ve çıkarma yapan yedi yüze yakın komando ve çevredeki “EOKA B” birlikleri dahil, deniz ve karadan muhasara edilerek, 21 saat bombalanıp, 21 saat sonra esir düşüyoruz. 17 yaşında daha yeni genç bile sayılamayacak, yüzünde bıyıkları bile terlememiş bir çocuktum. Ne kadar korktuğumu atılan bombalardan ve mermilerden kendimi korumak için ne kadar telaş ettiğimi, bu arada genç genç kayıp verdiğimiz arkadaşlarımızı nasıl unutabilirim ki? Sadece Baf Bölgesi’ndeki kayıpların 30’dan fazla sayıya yaklaştığını çok iyi biliyorum.
Askerlik maceram gene bitmiyor. Öğretmen Koleji’ni bitirdikten sonra bu defa da 18 ay asteğmen çavuşluk yapıyorum. Askerlikteki maceraları ve olayları ise buraya yazmayacağım. Bizlere “Güney’de de aynı, askerlik yapılmalı, sınırlar korunmalı” deniyor. Tamam da Kıbrıs çoktan AB üyesi… 1963 ve 1974 yıllarındaki şartlar var mı? Yani, sorunları askerlikle, sınırlarla, şiddetle mi çözmek lazım? Güven vermek için illa ki garanti mi olması lazım? Yahu kardeşim eğer Kıbrıslırumlar garanti istemiyorlarsa onlara karşı siz de garanti yerine daha uyuşmacı şartlar veya Kıbrıslıtürklerin güvenliğini sağlayacak demokratik normlar önerin. İlla ki herşey pazu gücüyle mi olacak? Pozitif barışın şartlarını getirin. Çünkü bir tarafın haksızlığa uğradığı bir barış negatif barıştır. Barışı kurmak için karşı tarafı da tatmin etmeniz gerekir.
Kıbrıs’ta vicdani reddin önemi aslında tarihteki olay ve yanlışların da düşünülerek, gelecek kuşaklara barış içinde bir ada sunmakla artmıştır. Aslında vicdani red, barış içinde bir Kıbrıs yaratmak da demektir.”
(YENİÇAĞ – Ulus IRKAD – 13.1.2019)
“Anti- Taksimci Türk Milliyetçileri: Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan…”
Ulus Irkad
Ahmet Gürkan ve Ayhan Hikmet’in Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak için yeraltı faaliyetlerine karşı olmaları, bu konuda aynen Dr. İhsan Ali gibi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin korunmasını savunup istemeleri onların bir gece evlerinde öldürülmelerini getirir. Çok ilginçtir, bu iki avukat başka bir ideolojiden veya başka bir yeraltı örgütü mensubu değillerdi. Şu da ilginçtir, araştırması yapılsa bu iki avukat, o kendilerini vurduranlardan ve vuranlardan bile daha da yurtsever ve gerçekten daha da milliyetçiydiler. Gelgelelim ki canilere göre bir tek ayıpları vardı ve kendilerini, bilhassa vurduranlardan, Kıbrıs konusunda ayrı veya farklı düşünüyorlardı. Onlar milliyetçi düşünmelerine rağmen anti-taksimciydiler. Adanın bütünlüğünden yanaydılar. Hayır, sosyalist, Komünist değillerdi… Anti-taksimciydiler… Ve onları vurduranlar için bu öldürülmelerine uygundu. Çünkü bu iki avukatı vurduranlar gerçekten de taksimciydiler ve gerçekten Kıbrıslıtürklerin gelecekte yokolup yokolmaması onlar için bir mana ifade etmiyordu… Onları vurduranlar Kıbıslıtürklerin ortadan kalkmasıyla ilgilenmiyorlardı… Onlar Kıbrıs’ın bölünmesi ve başka bir ülkeye birleşmesiyle daha fazla ilgileniyorlardı. Nitekim bu istedikleri 1974 yılında gerçekleşecekti…
Çıkardıkları Cumhuriyet Gazetesi’nin ilk sayısında (16 Ağustos 1960) şunlar yazılmıştı:
“Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanı gibi tarihi bir hadiseyle yaşıt olarak yayım hayatına atılan “CUMHURİYET” büyük Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh prensibine ayak uyduracak ve yurdumuzun, Kıbrısımızın, Akdeniz’de barışın en güzel örneğini vermesi için yayım yoluyla gayret sarfedecektir”.
Yukarıda yazdıkları ilke veya ilkeler etrafında mücadeleye başlayıp da bilhassa Bayraktar Camisi de Taksimciler tarafından bombalanınca, vurulmalarına sebep olan çıkardıkları Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazı ise şöyleydi (9 Nisan 1962):
“…Evet, tekrar ediyoruz:
Bomba hadiselerinin sorumlusu alçak, adi ve satılmış herifin kim olduğunu aklı selim sahibi herkes tahmin etmiştir. Bu alçağın, bu satılmışın kim olduğunu aklı selim sahibi herkes tahmin etmiştir. Bu alçağın, bu satılmışın yüzündeki maskenin indirileceği gün yakındır. Ve o gün geldiğinde bu alçakça bomba hadiselerinden dolayı Türk toplumunun sorumlu tutulamayacağını kat’iyetle ifade edebilecek olan yine biz olacağız”.
Ahmet Gürkan ve Ayhan Hikmet’le liderlik arasındaki fikir ayrımı 1962 yılında Bayraktar Camisi’nin bombalanmasıyla yukarıda da görüldüğü gibi ayyuka çıkar. Özker Yaşın bu konuda Nacak Gazetesi’nde “Bayraktarım” diye bir şiiri yayımlanır… Ama çok yakın arkadaşı olan Ayhan Hikmetle aralarında geçen konuşmalar ilginçtir (Sf.727):
“Nacak’ta şiirimin yayımlandığı günün gecesinde Peristerona’daki evimize Ayhan Hikmet ile eşi Sabiha misafirliğe geldiler.
Sabiha Peristeronalı olduğu için Ayhan özellikle hafta sonlarında arada bir köye gelir kayınpederinin evinde kalırdı. Köyde kaldığı gecelerin çoğunda eşi ile bizim eve misafirliğe gelirlerdi. Çeşitli konular üzerinde konuşup tartışırdık.
O geceden aklımda kalan izlenim, Ayhan’ın Nacak gazetesinde “Bayraktarım” adlı şiiri yayımlamamı eleştirmesi ve bunu bana “hiç yakıştırmadığını” söylemesidir.
Ardından söylediklerine ise iyice şaşırdım:
-Sen o şiirini yanlış bilgilere dayanarak, yanlış bilgilerle kandırılarak yazmışsın. Çünkü Bayraktar ve Ömerge camilerine bombaları Rumlar değil Türkler koydular. Bu söylediğimin doğruluğunu kanıtlayacak belgeler var”(sf.727).
Ahmet Gürkan ve Ayhan Hikmet de aslında milliyetçi aydınlardandılar ve onlar da anti taksimci kanattandı. Daha sonraları Dr. İhsan Ali ile bir parti kuracak olan Ayhan ve Ahmet Muzaffer Gürkan aynı zamanda bilindiği gibi Cumhuriyet adlı bir de muhalif gazete çıkarmaktaydılar…”
(YENİÇAĞ - ULUS IRKAD – 12.1.2019)