1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Din-Siyaset İlişkisi ve Türkiye’deki Durum Üzerine
Din-Siyaset İlişkisi ve Türkiye’deki Durum Üzerine

Din-Siyaset İlişkisi ve Türkiye’deki Durum Üzerine

Din-Siyaset İlişkisi ve Türkiye’deki Durum Üzerine

A+A-


  Ahmet Güneyli
[email protected]

Bu yazıda, “giriş”, “din-siyaset ilişkisinin bireysel yönü”, “din-siyaset ilişkisinin toplumsal yönü”, “din- siyaset ilişkisinin günümüz Türkiyesi’ndeki durumu” ve “sonuç yerine” adlı beş bölüme yer verilmiştir.       

Giriş

Türkiye’de 17 Aralık 2013’ten sonra yaşanılanlar siyaset ile din ilişkisini anlamanın ve toplumsal etkileri bağlamında değerlendirmenin ne denli gerekli olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Bir tarafta Türkiye’nin son 10 yılındaki politikalarının öznesi konumundaki AKP, öte tarafta dünyada ve Türkiye’de -çeşitli okullar/dershaneler aracılığıyla- Türk-İslam sentezini yaymayı-geliştirmeyi görev kabul eden ve bir markaya dönüş(türül)en Fetullah Gülen Cemaati.  Varlıklarını dinle besleyen bu iki örgütsel yapının günümüze değin aralarından su sızmadığı ve güçlerine güç kattıkları bilinen bir gerçektir. Oysa şimdi bu durumun değiştiği ve her iki tarafın da karşıdakini adeta düşman belleyip savaş açtığı görülmüştür. En azından kamu önünde bir çatışma halinin var olduğu gözlenmektedir; bunu kabul etmeyenler ya da kabul etmek istemeyenler de vardır elbette. İki taraf da medyada birbirlerinin isimlerini açıkça telaffuz ederek eleştirmekten kaçınmaktadır ve bu dikkat çekici durum, Türkiye’deki insanlarla dalga geçmekten başka bir şey değildir bence. Sanırım, Türkiye’de hatırı sayılır bir toplumsal kitleye tuhaf gelen şudur: AKP, Gülen Cemaati’ni kendinden “çok ayrı” ve “çok farklı” göstermektedir ve “paralel devlet” olarak nitelemektedir. Diğer açıdan cemaat, AKP ile ilgili rüşvet ve yolsuzluk iddialarını ortaya koyarken, tam da benzer bir yaklaşımla, kendini tamamen dışarıda tutmakta ve sanki bunca yıldır hiç bağı yokmuş gibi davranmaktadır. Her iki tutum da bir nevi aklanma çabası olarak değerlendirilebilir. Sözünü ettiğim bu çaba, ister istemez, bazı soruların sorulmasını gerektirmektedir. Şöyle ki, Fetullah Gülen, AKP’nin liderine beddua ederken, geçmişte uzun yıllar boyunca aynı yolda yürüdüklerini nasıl görmezden gelmiştir? Yahut AKP, yolsuzluk ve rüşvetleri sadece ve sadece son dönemde (1 yıl içinde) mi yapmıştır; öncesinde sütten çıkmış “ak” kaşık mıdır? Buna karşın AKP, bugüne dek desteğini aldığı cemaatin kendisine iftira atabilecek, yalanlara başvurabilecek, devlette kadrolaşabilecek, paralel devlet olabilecek üstelik de dindar geçinen (ya da olan) bir yapıyla neden bunca yıldır bağını koparmamış, hiç sorun yaşamamış ve “gül” gibi geçinmiştir? Özetle belirtmek gerekirse mevcut durum, dinle beslenen/var olan yapıların perdenin gerisinde oldukça sorunlu ve kendi çıkarlarını gözeten kurumlar olabileceğini yani toplumsal düşünmekten çok uzak olabileceklerini düşündürmektedir. Nitekim şimdilerde her iki cephenin de yanlışları bir bir su yüzüne çık(arıl)maktadır.

Bu yazıda kısa bir giriş yapılmasına karşın, AKP ile Fetullah Gülen Cemaati’nin tarihsel süreç içerisinde yakınlıklarını ve şu an bu durumun neden değiştiğini, Türkiye’de yolsuzluk ve rüşvet iddialarının gerçek olup olmadığını, kimin haklı olup kimin haksız olduğunu değerlendirmek yerine din, siyaset ve toplum ilişkilerini genel hatlarıyla tartışmak amaçlanmıştır.  

Din ve Siyaset İlişkisinin Bireysel Yönü

Din, paylaşılan bir anlamlar sistemi olarak tanımlanabilir. Birey, yaşamının merkezine dini aldığında, hem kendini hem de içinde bulunduğu toplumu algılayışı biçimlenmektedir. Dolayısıyla, insan davranışlarını anlamlandırmanın bir yolu da (bu iddia tüm insanlar için geçerli değildir ve olamaz da!) dinsel öğretilerle ilişki kurarak mümkün olmaktadır ve dinin, toplumsal algının oluşmasında en önemli mekanizma olduğu dahi öne sürülmektedir. Öte yandan, bir dine dışarıdan bakanlar (insanın kendi dini dışındakileri algılayış biçimi), gerçekte kendileri için çok da anlamlı olmayan ve kabul edemeyecekleri -özetle kendileri için “normal” sayılamayacak- birtakım ritüellerle de karşılaşabilmektedirler. İşte tam da bu noktada siyasi arenada anlaşmazlıklar, çatışmalar, kavgalar ve savaşlar yaşanmaya başlamaktadır; çünkü din, insana tanımlanmış ve sınırları iyice çizilmiş bir kimlik sunarken, ötekiyle (öteki, başka dinden olan, aynı dinde farklı mezhepten olan veya herhangi bir dinden olmayan için kullanılmıştır) olan farklılıklarının altını kalınca bir biçimde çizmektedir.    

Din ve Siyaset İlişkisinin Toplumsal Yönü

Din, sosyal bir olgudur. Teolojik yaklaşımdan farklı olarak sosyolojik bağlamda ele alındığında, dinin kutsal olan ya da doğru kabul edilen inançlarının/değerlerinin/öğretilerinin toplumun diğer kurumları (aile, ekonomi, siyaset, eğitim ve hukuk gibi) üzerindeki etkileri önemli boyutlardadır. Öncelikle vurgulanması gereken, dinde de siyasette de yönetme amacının ve liderliğin çok önemli olduğudur. Dahası, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde din kurumu yargı, yürütme ve yasamanın işleyişini belirler, bütün siyasi kararlar dini kurallar temel alınarak meşrulaştırılır. Türkiye’de ise “demokratik” bir rejim olmasına karşın Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren birçok siyasi kurum, çoğunlukla iktidara ulaşabilmek veya iktidarda kalabilmek için dini bir araç olarak kullanmaktan hiç vazgeçmemiştir. Din ve aile ilişkisi değerlendirildiğinde ise, kadının konumu, bireyin kiminle evleneceği kiminle evlenemeyeceği, kaç çocuk yapılacağı gibi birçok yaptırım gündeme gelmektedir. Yoksullara yardım, çalışmanın değeri, paylaşım gibi vurgular yapmasına rağmen, Marx’ın belirttiği gibi din, toplumda egemen sınıfların hizmetindeki bir kurum olabilmektedir. Yoksullara yardım yapılırken birtakım grupların seçilmesi (diğerlerinin dışarıda bırakılması) ya da işsizlere iş bulmak amaçlanırken sadece belli bir kesime ayrıcalık tanınması (ötekilerin görmezden gelinmesi) biçiminde tezahür eden bu yaklaşım, hiç şüphesiz, birleştirmekten çok çatıştırmayı beraberinde getirir. Eğitim ile din ilişkisi incelendiğinde, gelecek kuşaklara dini kuralları aktarma konusu ortaya çıkar ve bir dinin varlığını sürdürmesi doğrudan doğruya eğitim sistemi ile ilişkilendirilir. Bu nedenledir ki, dindeki özgürlükler meselesi özellikle din eğitimi konusunda ele alınır ve dindar kesimler için din eğitimi konusu çok hassastır. Yine AKP’nin politikaları bu kapsamda düşünüldüğünde, eğitim programlarına aktarılan İslamiyet’le ilgili dersler, İmam Hatip okullarının desteklenmesi vb. birçok uygulama anlamlandırılabilir.

Din ve Siyaset İlişkisinin Günümüz Türkiyesi’ndeki Durumu      
   
Comte, 19. yüzyılın başlarında “Üç Hal Yasası”nı tanımlarken birinci dönemi teolojik, ikinci dönemi metafizik-felsefik ve üçüncü dönemi ise pozitif olarak adlandırmıştı. Ne ilginçtir ki, günümüzde bilim, teknoloji, sanat ile adeta savaşan ve toplumsal birlikteliği halen daha din kurumu ile yakalamaya çalışan devletlere rastlanmaktadır. Demokrasi, insan hakları ve birçok özgürlükten yoksun bu teokratik rejimlerde ciddi sorunların yaşandığı görülmektedir. Teolojik dönemde olan ve o dönemde kalmakta ısrar eden bu devletlerde hukuk kurallarının yerini din kuralları almıştır ve tabir caizse bilimle kavgalı olunduğu için toplumsal çatışmalar sıklıkla yaşanmaktadır. Güncel ve basit bir örnek vermek gerekirse, bugün sözünü ettiğim teokratik devletlerde internette birçok siteye erişim yasaklanmıştır; haliyle bu akıl almaz yasakçı tavır kabul edilebilir değildir. Tam da bu noktadan hareketle konuyu Türkiye’deki tartışmalara çekecek olursam, ilk olarak Türkiye’nin yukarıda sözünü ettiğim ülkelerden farklı olduğu gerçeğini ortaya koymak gerekmektedir. Cumhuriyet’in ilanından günümüze dek tarihsel süreç düşünüldüğünde, Adnan Menderesli yıllardan şimdiye varıncaya dek Türkiye’de önemli bir kesim, Cumhuriyet öncesine dönülüp dönülmeyeceği, İran’daki gibi bir devrim olup olmayacağı, Türkiye’nin şeriatla yönetilip yönetilmeyeceği endişesi ile ömür tüketmektedir. Bu endişelerdeki haklılığı elbet tarihsel süreç gösterecektir; ancak bu olasılığın gerçekleşme ihtimalini birçok kesim gibi ben de düşük buluyorum. Bunun nedenlerini ortaya koymanın ayrı bir yazı konusu olacağı kanaatindeyim. Ancak, esas gelmeye çalıştığım nokta şudur ki, Türkiye’de din -her ne kadar Anayasa’da laikliğe yer verilse de- yıllar yılı toplumsal birlikteliğin kaynağı, olmazsa olmazı ve yine çok alıntılanan Marx’ın sözünde -halkın afyonu- geçtiği gibidir. Türkiye’deki nüfus cüzdanlarında hangi dine mensup olunduğunu yazma gereksiniminden vazgeçilmemesi tam da bu algının pratikteki sonucudur; her ne kadar din hanesinin yeni nüfus cüzdanlarında da kalacağı ama seçimlik olacağı -bireyin yazdırıp yazdırmama özgürlüğüne sahip olacağı- belirtilmişse de insanları etiketlemekten geri durulmayacağı aşikardır.

Sonuç Yerine

Din ve siyasetin bireysel-toplumsal yönünü ortaya koyduktan ve günümüz Türkiyesi’ndeki durumu genel anlamda betimledikten sonra şunu söylemekte yarar görüyorum. Yaşamlarını dini kurallara göre biçimlendiren insanları hakir görmeden, ateistliğin propagandasını yapmadan, İslamofobi gerçeğinin farkında olarak, kanımca, Türkiye’de din kurumunu siyasetten “koparmak” ciddi anlamda gerekli ve önemlidir. Sekülerleşme sürecinin tam anlamıyla yaşan(a)madığı Türkiye’de, metaforik olarak da ortaya konulduğu üzere, din ve devletin artık resmen ve katiyen boşanması gerekmektedir! Üstelik de devletin sekülerleşme sürecinden çok, insanın yani “bilincin sekülerleşmesi” gerekmektedir. Birey, dini ibadetini gerçekleştirirken bunun toplumsal ya da politik bir yönünün olmadığını kesinlikle içselleştirmelidir; tek kendi için (çıkarsız!) ibadet etmelidir. Son zamanlarda Ankara’ya gittiniz mi bilemiyorum ancak cuma günleri metroda halka canlı yayın yapılması ve vaazın dinletilmesi, hatta insanların yürüyüş yollarında ulaşımı engelleyecek derecede namaz kılmaları, aslında, söylediğimin tam da tersi uygulamalardır. Özetle din, bireysel bir meseledir, olmak zorundadır; din ve vicdan özgürlüğü için devlet gerekli önlemleri şüphesiz almalıdır, lakin bu önlemlerin ötesinde sınırlar zorlanmamalıdır. Aksi halde toplumsal bütünlük-birliktelik gibi iddialı vurgularla dini yüceltmeye çalışmak kitlesel oranda çatışmaları beraberinde getirecektir. Yıllardır Kürt-Türk etnik çatışmasından zarar gören Türkiye’de din ve mezhep (ya da cemaat) kavgasının da başladığını düşününüz; eminim böylesine bir kavga kolayına çözülemeyecektir. Sonuçta da geri dönülmez bir yol olması hasebiyle oldukça tehlikelidir. Zaten ayrımcılık ve sosyal dışlanmanın genel açıklamasına bakıldığında dil, ırk, etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelim, engellilik, yaş faktörleri gibi dinin üzerinde de hassasiyetle durulmakta ve bu faktörlerin her birinin ayrı ayrı bireylere/gruplara/topluluklara eşitsiz davranışların uygulanmasında etkili olacağı vurgulanmaktadır.

Konuyla ilgili literatüre göz attığımda dikkatimi çeken bir görüşü paylaşarak yazıyı sonlandırmak istiyorum. “Yapısalcı-işlevselci düşüncenin önemli ismi sayılan Durkheim, dinin işlevinin toplumu bir arada tutmak olduğunu belirtir. Bu işlev için de çimento veya tutkal gibi metaforlar kullanır. Ancak Durkheim sonrasındaki yapısalcı-işlevselci sosyologlardan olan Merton, dinin yapıştırıcı ve tutkal görevi olduğu halde çatıştıran ve toplumu bir arada tutmak yerine bölen bir etkisinin de olabileceğini ortaya koyar. Merton’a göre dinin, işlevsel olmaktan çok ‘işlev-bozma’ etkisi daha ağır basmaktadır.” (1) Gerçekten de bugün faaliyet gösteren birçok dini cemaate mensup insanların yaşamları tutkalla birbirine bağlanmış gibidir. Öte yandan dini kurumların işlev-bozma yani çatışma örnekleri de oldukça fazladır: Dinler arası (İsrail-Filistin), mezhepler arası (Sünniler-Şiiler) ve cemaatler arası (Fetullah Gülen-Tayyip Erdoğan) kavgalara sıklıkla rastlanmaktadır…     
-------------------------------------

(1). Bkz. Aktay, Y. (2013). Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar: Din, 3. Baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.

Bu haber toplam 19764 defa okunmuştur
Gaile 251. Sayısı

Gaile 251. Sayısı