1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Dişilik ve Kadın olmak
Dişilik ve Kadın olmak

Dişilik ve Kadın olmak

Dişilik ve Kadın olmak

A+A-


Yılmaz Akgünlü
[email protected]

Erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz deniyor. Erkeklerin güç sahibi olduğu, kadınların ise çoğunlukla çok çalıştığı ama az kazandığı ve ezildiği bir dünya.

Bu tespitlere diyecek bir şey yok. Ancak kadın ve erkek sorununun asıl kaynakları nerededir? Kadın kimdir? Erkek kimdir?

Biyolojik açıdan bir türün ikiye ayrılmasının nedenleri araştırılabilir. İki farklı cinse ayrılmamızın evrimsel bir avantaj sağladığı düşünülebilir. Peki bunun ötesinde? İçsel, zihinsel, evrensel nitelikler olarak dişilik nedir? Bir mücadele stratejisi olarak, gizemli ve yakalanmazlık, ele geçirilmezlik olarak dişilik nedir?

Günümüz dünyası erkek bir dünya. Nedir erkek olan? Erkek olan görünürde olandır. Ve her zaman ortada olan, göze çarpan, kendini ortaya koyan, ben varım diyen “erkek” olan değil mi? Böyle bakılınca ortaya büyük bir paradoks çıkıyor. Egemen olan, paraya ve güce hakim olan erkek zihniyet tam da ortada olduğu için hiçleşiyor. Yani ortada aslında bir “erkek sorunu” var. Modern dünyanın erkekleşmesi, erkekleştikçe kendini yanılgılı bir güç arzusuna teslim etmesi, dünyaya güçle meydan okuyabileceğine, sonsuzluğu güçle, bilgiyle, teknolojiyle kazanabileceğine inanması asıl sorun. Gezegenlerin, galaksilerin fethedileceği parlak ve ölümsüz bir gelecek inşası. O kadar üstün bir türüz ki bu türün yok olması düşünülemez. Bu dünya biterse sonsuza kadar sömürecek dünyalar bulabiliriz.

Evet! Bir erkeklik sorunu var, kendini var etmenin en etkin yolu olarak, ayrışmayı, kendi özel kimliğiyle var olmayı öğrenen, varlığının geçici olması gereken öğelerini, (ismini, kendilik duygusunu, ait olduğu klanı) kalıcılaştırma çabası içindeki erkekler ve kadınlar. Hepimiz erkeğiz, kadınlarda dahil. Hepimiz bizi var eden şeyin duygular değil, soyut düşünce dünyası olduğuna inanan bir geleneğin cahil kurbanlarıyız. Çünkü bu kolaydır. Erkek olmak kolaydır, okumak, ezberlemek, tutmak ve sahiplenmek kolaydır. Tıpkı bir çocuğun eve misafir çocuk gelince sanki elinden alacaklarmış gibi oyuncaklarına yapışıp kalması gibi. Erkek-olan tutar, banka hesaplarında paralarını biriktirir, paylaşmak ve üretmek yerine, gelecek için birikim yapar. Güvenlik ihtiyacımız da erkek düşüncenin bir ürünüdür, saplantılı düzen ihtiyacımız da.

Kadınların da artık erkek olmalarıdır asıl korkunç olan. Erkekleştirilmiş kadınlardan oluşan bir dünya olduk. Kadın sorunu, erkeksi bir tavırla erkek sorunundan ayrı tanımlanınca, aslen varolanın “erkek sorunu” olduğu fark edilmediğinde, kadınlar için de amaç erkek düzenden daha çok pay almak haline geldi. Kadınlar şunu fark edemedi:

Kendilerini ezen düzen binlerce yıldır erkekler tarafından yaratılmış düzendir. Egemen olma, çılgınca kendini besleme güdüsünün eseri olan erkek dünyası tek taraflı olarak bütün kaleleri ele geçirdi. Doğa sömürüldü, din ve mitoloji dogmatikleştirildi, felsefe mantık ve aklın egemenliğine girdi. Bilim duygusuzlaştırıldı, nesnel olmak adına öznelliğin inkarına dönüştürüldü. Sadece egemenlere hizmet eden bir bilim, din ve felsefeyle oluşmuş düzen “dişi”yi yok etti. Geriye “dişiliği” olmayan, istendiğinde doğurganlık rolu verilen, istendiğinde zevk nesnesi haline getirilne “kadın” kaldı. Oysa dişiliği olmadan kadın; doğa olmadan, evrensel derinliği olmadan yaşayan kadındır.

Kadın kendini erkeklerce tanımlanmış, temel taşları oturtulmuş bir düzende buldu, ve sorununu da çözümünü de bu sistemin dilini ve doğrularını kullanarak tanımlıyor. Bu düzenden daha çok pay almak daha çok erkek olmaktan başka neye yarar? Peki kadınlar nasıl bu kadar kolay erkekleştiler?

Dişiliğin Gerileyişinin Tarihi

Dünya tarihine baktığımızda, insanlığın ilk dönemlerinde kadın ve erkek arasındaki ayrımlaşmanın ve güç dağılımının ilkel toplumlarda şimdiki kadar katı olmadığını bulgularız. Hatta çoğu ilkel topluluklar anaerkildi. Üretim biçimlerinin bunda önemli bir rolu olduğu düşünülüyor. Avcılık ve toplayıcılık dönemlerinde kadınların emeği erkek emeğiyle aynı değerdeydi. Ancak tarım toplumuna geçilmesi ve büyük devletlerin kurulmasıyla kadın emeği daha az değerli hale geldi. Öküzün tarımda kullanılması, kadına olan ihtiyacı azalttı ve kadın daha çok çocuk yapma ve ev işleriyle uğraşma rolünü benimsemek durumunda kaldı. Artık gitgide kadın ve erkek dünyaları arasındaki farklılık artmaya başladı. Erkek evinden daha çok uzaklaştırıldı. İşlemek ve savaşmak için egemenlerin güdümüne girmek zorunda kaldı. Bu durum erkeğin daha farklı bir toplumsallaşma sürecinden geçmesine ve egemen değerleri daha çok öğrenmesine neden oldu. Ekonomik ve toplumsal yaşamda erkek çok daha aktifti. Bu durum binlerce yıl boyunca sürdü. Erkek olmak daha çok küçük yaşlardan annenin sıcak korumasından ve şevkatinden uzaklaştrılıp egemen düzenin itaatkar bir parçası olmak anlamına geliyordu.

Erkekler cenneten kovuldular ve benliklerinin derinliğini kaybetmeye başladılar. 20. Yüzyılın sonlarına kadar bu en sert bir biçimde sürdü. Ancak ikinci dünya savaşıyla büyük savaşlar döneminin biter gibi olması erkeğin eve geri dönüşünü değil, kadının topluma katılımını getirdi. Daha fazla üretici ve daha fazla tüketici ihtiyacı içinde olan kapitalist düzen kadını da daha çok sisteme katmaya başladı. Ancak bu, sistem acımasız ve mekanik yapısını değiştirmeden gerçekleşti. Tarihsel determinizm açısından bakarsak, tarih zaten olacakların tarihidir, olayların böyle olmasından başka bir hali düşünülemez denebilir. O ayrı bir tartışma konusu, ancak görünen o ki, olayların böyle gelişmesini sağlayan birtakım evrensel yasalar sözkonusu olabilir. Öncelikle son birkaç bin yıldır süren ilerlemeler kaba kuvvetin ve fiziksel gücün belirleyici olduğu bir dünya yaratmıştı. Bu durum erkek egemenliğini ekonomik ve politik başarı için bir koşul haline getirdi. Bundan sonra dünya tarihi nasıl yazılır? Erkek egemenliği gücünü korur mu? Yoksa yeni bir düzen yaratılabilir mi? Bütün bu sorular bile erkek düşüncesinin sorduğu sorular.

Gelelim dişiliğin ne olduğunu sorusuna, tabii ki erkekliğin de. Doğru bir anlayışa sahip olmadığımızda, bir takım teorilerle zihnimiz dolu olduğunda gerçekliği öylece göremiyoruz. Erkek ya da dişi olmak da sadece bedenimizle ilgili değil. Her ne kadar toplumlar erkeklere ve kadınlara belli kalıplar yüklemişlerse de her tekil kişi kendi özgün yapısıyla dişilik(kadınlık) ya da erkeklik özelliklerini kendine özgü bir yolla yansıtmaktadır. Mesele bizim kendimizi bir süre sonra erkek ya da kadın olarak görmeye başlamamızda. Oysa biz öncelikle insanlarız ve diğer tüm rollerimiz insan oluşumuza ikincil kalıyor. Hatta kendimize insan demeden önce bile bir şeyiz, elbette tanımlayamadığımız bir şey, derinlemesine bakıp görebileceğimiz bir bütünlük, tanımsız bir akış.

Şimdi gene de hakim bilinç olan erkek bilinçle dişiliği karşılaştırabiliriz. Bunlar kişilere ait özellikler değildir evrensel erkeklik ve dişilik özellikleridir. Evrensel ve doğal olaylarda içe ve dışa doğru açılım ikiciliğini gözlemliyoruz. Dünyadan gökyüzüne, galaksilere  dışa doğru açılım, ya da içeri, toprağa, denizin ve dünyanın derinliklerine doğru açılım. Dışarı doğru açılımı erkek, içeri doğru olanı dişi olarak kabul edebiliriz. Örneğin fransızcada gökyüzü “le ciel” yani erkek, deniz ( la mere) ve toprak ise “la” yani dişidir. Dişi içe alandır, erkek dışa doğru uzanandır. Bu ikici yapı evrenin bizzat özünde gözlemlediğimiz bir şey. Dişi evsahibi, toprak ve deniz gibi içine alan misafir eden, erkek misafir: dışta duran. Gökyüzü ve yeryüzü arasındaki bu karşılıklı akış yaşamın kaynağını oluşturuyor. Herşey kendi dışında başka birşeyle ilişki içinde, her yapı başka üst bir yapıyı hem besliyor hem de ondan besleniyor. Evren sürekli devinen sonsuz bir dans olarak doğuruyor, üretiyor, içten içe kaynıyor.

Erkek öge dişiyle bu sonsuz üretim için birleşiyor, erkek de dişinin üretkenliği için bir araç haline geliyor. Dışardan içeriye, içerden dışarıya akım sürüp gidiyor ve sonunda iç dışla birleşiyor.

Bizim için bireyler olarak asıl mucize göğün güçleriyle yeryüzünün güçlerinin ortasında olmak, dişiliğimizi ve erkekliğimizi fark etmek ve yaşamak. Ancak erkek ve dişiler olarak her iki unsuruda varlığında bütünleştiremeyen kişi eksik kalıyor. Ya duygusuz bir akılcı ya da akılsız bir duygusal oluyoruz.

Özellikle varlığımızın dişi boyutuyla  olan temasımızı kaybetmiş durumdayız, çünkü dişi gizlidir, geride durur ve varlığını önplana çıkarmaz. O edilegenlikteki eylemdir. Herşeyi doğurur ve yönetir ama göze batmaz. Ondan yararlanabiliriz sadece, ama ona sahip olamayız. Taoculuk dişiliğin gücünü şöyle ifade ediyor: “Vadinin ruhu ölümsüzdür. İşte bu, benim Sırlı Dişi diye isimlendirdiğimdir. Sırlı dişinin kapısı Sema ve Arzın köküdür.” (Tao Te Ching)

Taoculuktaki Vadi sembolizmine göre, vadi çukurdur, herşeyi içine alır ve türlü yaşamın kaynağıdır; Vadi, tıpkı dişi cinselliği gibi, içine alarak kendinin yapar. Dişi sabırlıdır, olayları zorlamaz. Her şeyi kabullenen güçtür, yavaşca ve sakince dolar, doldukça taşar, ama dolması da asla bitmez.
Dişi zayıf görünür ama gerçek güce sahip olan odur. Her şeyin temelinde o bulunur, o kadar altdadır ki asla yokolmaz. Ölüm ona doğru akar, o yüzden dişi asla ölmez. İçimizdeki dişi evrendeki dişidir, evrenin dışsal görünümlerini yaratır ama onlara kapılmaz.

“Dişi sessizliğiyle daima erkeğe üstün gelir. Sessiz iken daima alt mertebeden bir konumu muhafaza eder. (ve böylece alt mertebeden bir konumu muhafaza ederek daha yüce bir konumu elde eder.)” (Tao Te Ching) (İzutsu’nun yorumuyla)

Bu açıdan, yani dişinin açısından bakınca kimsenin kaybedecek bir şeyi yoktur. “çukur olan dolacaktır, zayıf olan güçlenir, güçlü olan zayıflar” Öğrenmemiz gereken işte budur: Dişi olma sanatı diyebiliriz buna. Ya da sadece dişi olabilmek.

Toplumsal bir kayıp ya da kazançla ilgilenerek başarılacak bir sanat değildir dişilik. Bunu görmek erkek zihinlerle bakanlar için olağanüstü derecede zordur. Yıllardır oluşan şartlanmaları kırmak ve algımızı bütünlüğün karanlıkta kalan yönlerini de kapsayacak kadar genişletmeyi öğrenmek durumundayız. Algımız, yaşantımız dişi bir tutumla, sınırsızca genişleme hissinin mükemmelliğiyle dolar.

Ancak bizler bu genişlemeyi yaşayacak pasif tutuma geçemeyiz. Gerçek pasiflik son derece keskin bir dikkat gerektirir. Gözlerimizi, algılarımızı içeri çevirmek, daha doğrusu dışardan çekmek gerekir.

Suzuki diyor ki: “Bir çalışma (zazen) herşeyi kapsar deriz; bir çalışmanın denizdeki dalgalar kadar birçok erdemi içerdiği anlamına gelir bu. Çalışmanız bu şekilde olursa taş gibi, ağaç gibi veya okyanus gibi olursunız. Herşeyi kaplarsınız. Sürekli çalışma (meditasyon oturuşu) şart, o yüzden dur durak vermeyin. Sürekliliği nasıl sağlayacaksınız? Çömert bir zihinle, büyük bir zihinle, yumuşak bir zihinle – esnek olarak hiçbir şeye takılıp kalmayarak”.

Suzuki’nin bahsettiği dişi bir tutumdur. Bu tutum çağdaş dünyanın görünüşe odaklanan saldırgan tutumuna hiç benzemeyen bir güce sahiptir: Yumuşak olmak, esnek olmak artık zayıflık olarak görünen oysa ruhsal anlamda gerçek güç kaynakları.

Dişilik ve erkekliğin birleştirilmesi

Çağımızda en büyük sorun erkeklerle kadınlar arasındaki karakter yapılarının gerçek erkeklik ve kadınlık özelliklerini kaybetmiş olmasıdır. Artık ne erkekler erkek özellikleri yeterince taşıyorlar, ne de kadınlar dişi özellikleri. Geleneksel değerler sorgulanabilir. Ama doğada yaşadığımız dönemlerden beri, erkeğin daha girişken, kadınların ise daha temkinli ve yumuşak olmalarının hayatta kalmalarına yardım ettiği son derece muhtemeldir. Bir çiftin başarılı olması için zıt özelliklerinin güçlü olması doğal bir avantaj sayılabilir. Tıpkı Afrikadaki zebralarla antilopların işbirliği gibi, bir türün gözleri iyi görür, diğerinin de kulakları, birlikte dolaşmaları halinde arslanlara yem olma ihtimalleri azalır. Ancak şu anda belki de yanlış bir şekilde kadınların  gereğinden fazla erkekleşmelerini teşvik eden bir toplumsal pratik ortaya çıkmaya başlamıştır. Birçok başarılı kadın, kadın olmalarının doğurduğu duygu ve yaşantılardan mahrum kalmaktadırlar. Kadın daha az duygusal daha pragmatik oldukça belki daha az ezilecektir, ama bunu yanında kendini bir kadın olarak da daha az gerçekleştirme tehlikesiyle kaşılaşacaktır.

Kişilik gelişimimiz boyunca eğer erkek olarak doğmuşsak, girişken, yaratıcı, aktif olacak şekilde yetiştirilmeye çalışır çevremiz bizi, kız çocukları ise, daha olgun, sabırlı, sevecen olmaya teşvik edilir, ya da bir zamanlar edilirdi. Şimdilerde kızlar daha henüz dişi ruhsal özelliklere sahip olamadan erkek gibi yetiştirilmeye çalışılıyor. Oysa her iki cinsiyeti temsil eden özellikler de kazandırılmalıdır gençlere. Belki bazen bir cinsiyetin özellikleri diğerinin önüne geçebilir, ancak yaşamın ileriki yıllarında kişiliğimizi dengelemek de bizim bireysel gücümüzle başarmamız gerek bir denge durumunu gerektirir.

Kişiliğin dengelenmesi, gerçek bir huzura giden önemli bir aşamadır. Erkeklerde olayları zorlama eğilimi fazlayken, kadınlarda ise kabullenme eğilimi ağır basar. Oysa her iki özelliğin sentezlenmesi ve aktif kabullenici bir tutumun ortaya çıkması gerekir. Bu tutum gerektiği kadar girişken olan, ama olayları ve kendini zorlamadan sonuca gitmeyi deneyen bir tutumdur. Erkek girişikenliği, yüzde yüz başarma üzerine kuruludur, kadın kabulleniciliği ise olayları olurununa bırakıp şansa güvenmekle ilgilidir. Ancak aktif kabullenme, olayların oluşun koşullarını yönetmeye ama sonuçla çok ilgilenmemeye dayalı etkin bir kabullenmedir. Erkek bir tavırla balık tutan bir kişi, aşırı ölçüde yem kullanarak, ya da deniz yaşamına zarar verecek teknolojilerle balığı zorla yakalamayı ve kesin sonuca gitmeyi hedeflerken, pasif kadın tavrı ise oltayı atıp beklemeyi ve şansına güvenmeyi dener. Aktif kabullenmede ise daha fazla bilgi ve tecrübeyle balık avlamanın püf noktaları göz önüne alınarak daha iyi sonuca gidilebilir, bu şekilde çevre yok edilmeden de karın doyuracak kadar balık avlanabilir.

Amaç olarak mutluluk

Yaşamın geçiciliği.. geçiciliğin kalıcılığı

 

Bu haber toplam 23290 defa okunmuştur
Gaile 320. Sayısı

Gaile 320. Sayısı