Doğa zar atmaz!
Görüldüğü üzere Albert Einstein’in “Tanrı zar atmaz!” sözünü ters köşeye yatırdık. Bunun nedeni ise, onun evrenin şaşmaz bir düzenle işleyişine olan sarsılmaz inancını bir fotoğraf sanatçısının gözünden bugüne taşımak niyetiydi. Amaç sözün etrafına yığılan onlarca polemiğin içinden “doğru” denilen hedefe ok atmaktan öteye geçiyor. Murakami’nin de yazdığı gibi: “Görünüş sizi aldatmasın. Gerçek tektir.” Evrenin şaşmaz sisteminin parçası olan doğanın gerçeğinde ise guguk kuşu, her daim, zamanında çalmaktadır. Paralel evrenin bir yerlerinde var olan duvarda asılı olduğu yerden, zamanın göstergelerinde gerçekleşen tüm olaylar zinciri içinde, ne bir an önce ne de bir an sonrasındadır; tam zamanında “öterek” kendi gidişatının yegâne dakik bekçisidir. Görünüşün böyle olmadığını kim söyleyebilir?
Sonrasında gün (zaman anlamında kullanılmıştır) değişim ve dönüşüm çanlarının sesine kendini bıraktı. “Balta girmemiş orman/lar!” cümlesinin, günümüzde, “beton değmemiş dünya köşeleri var mı?” şeklinde değişerek, hayatımıza girmediğini inkâr edebilir miyiz? Balta girmemiş bir ormanın varlığı veya beden yüzmemiş bir okyanus derinliği kalmış mıdır? Sonuçta okyanusa insan eli değmese bile, aklının ürettiği her türlü teknik donanımın orada, ki buna uzay da dahil edilebilir, cirit attığını söylemek ve bu doğrultuda da dünyanın jeolojik zaman tablosunun ayarlandığını bilmek, gerçeğin içine çivilenmektir.
Geçenlerde okuduğum bir makale de günümüz insanının yeni bir çağ yaşadığı yazılıydı. Bu yeniçağa biliminsanları “Anthropocene” adını vermişler. İlginçtir; makaleyi noktaladıktan sonra e-postalarıma bakarken, fotoğraf sanatçısı bir arkadaşımın mesajına takıldı gözüm: Yeni sergime “Anthropocene” adını vermek istiyorum. İlginç kesişme noktasının şaşkınlığı üzerimden gidince, fotoğrafları anımsamaya çalıştım. Aslında Serdar Pehlivan doğru bir seçim yapmıştı. Çünkü kısa bir süre önce bana göstermiş olduğu yeni fotoğraflarındaki ilk gözlemim: doğa-insan karşılaşmasının evrimini anımsatmasıydı.
“İnsan mı doğayla karşılaşmıştır?” yoksa “doğa mı insanla?” gibi soruların içine bodoslama dalmış durumdayız. “Yumurta mı tavuktan çıkmıştır; tavuk mu yumurtadan?” gibi labirent (dolambaç) sorulardan, birisidir bence önümüzde duran!
Dünyanın zaman göstergesindeki sıfır noktasına gidersek eğer, kesin olan şu ki: doğa hep vardı, başlangıçta!
Bu aşamada esas geldiğimiz nokta, az önce sorduğumuz soruların da önüne geçiyor. Sanat, doğanın görüntüsüne dokunuyor. Dokunmakla da kalmayıp sanatçının gözünden alınan kesitlerle yeni bir boyuta aktarılıyor. Son iki yüz yıllık dünya sürecinde devamlı müdahalelerle tedirgin ettiğimiz doğanın varlığını, yeniden görmek adına makinesini yaşadığı şehrin dışına taşıyor Pehlivan. Kendi betondan yaşam alanından çıkarken de izleyiciyi bir kavşağın ortasında kafasında oluşan düşünce bulutlarıyla baş başa bırakıyor. Bilinçli ve muzipçe yapılan bu hareketle başlayan kavşakta, yani tam da o noktada soruyor: Dünyanın jeolojik saati insanla birlikte hızlanmış mıdır? Yol ayırımına yeniden dönersek, hangi yola doğru yön çizmeyi deneyeceksiniz?
Doğadan yola çıkarak insana yolculuk veya insandan yola çıkarak doğaya yolculuk! Sezgilerimiz yön bulmamıza yardımcı olacaktır.
Böylece başlangıç noktasına doğru hızla, yani zaman tünelinin içine çekileceğiz.
Endüstri Devrimi’nden bugüne iyi/kötü, bilinçli/bilinçsiz doğanın doğal sisteminde etkiler bırakmaya başladık. Etkiler geriye dönüşümü mümkün olmayan hasarlarla birlikte patolojik bir dünya bedeni yarattı. Bugün de yaratmaya devam ediyor. Bir sanatçının küçük bir göl etrafını çeviren ekolojik sistemlere tuttuğu ışıkla, yakalanan görüntülerde, sezgilerimiz bu defa “sözün bittiği” veya “boğazın düğümlendiği” hüzün durumlarına yerini bırakıyor. Sonrasında nüfus artışı, kaynak tüketimi ve nihayetinde küresel değişimle başlayan süreçte, gerçekten de doğanın yönetimini insanoğlu eline almış mıdır? Doğanın üzerini örten sır kabuklarını fütursuzca çıkarıp, yok etmekten çekinmeyen homo sapiens sapiens, esasında, kendi yaşam sürecinin de sonunu hazırlamıştır. Bir diğer deyişle insan için doğal süreç, belki de, son noktayı koymaya doğru ilerlemektedir. Ama nokta son değildir. Aksine başlangıçtır; işte bu noktada devreye sanat ve sanatçının görme biçimlerinin somut biçimlenişleri, yani sanat yapıtı girmiştir.
***
“Anthropocene” çağı başladı mı, başlamadı mı? Böylesi bir tartışma içinde yer almayı kendi adıma doğru bulmuyorum. Yeni bir çağın başlamasından öte insanoğlunun nereye gittiğidir benim üzerinde durduğum sorun… Dünyanın neresine giderseniz gidin insanoğlunun doğaya karşı yaptığı ciddi katliamla karşılaşırsınız. Modern kentlerin teknolojiye yüz sürmüş donanımlı görünümleri karşısında hayranlığımızı gizlemezken aslında doğa için ağlama duvarlarının eksik bırakıldığını da düşünürüm bir yandan!
Burada üzerinde yoğunlaşılması gereken esas nokta, insanın dünyanın yaşam sürecini, dokunuşlarıyla hızla evirmeye başlamasıdır. Dünyanın sonu insanın modernleşme istikrarıyla daha da hızlanmış mıdır?
Burası bir gerçek!
İnsanlar, doğaya yaptıkları yıkıcı müdahalelerle dünyanın sonunu hızlandırmakla birlikte, aynı zamanda, “istikrarlı modernleşme” gibi saplantılı tutkularıyla da kendi sonlarına doğru hızla sürüklenmektedirler.
Kısaca: gerçekle yüzleşmenin zamanı gelmiştir!
Gerçekle temas ettiğinizde Anthropocene’in kapımıza geldiği dürtüsüyle garip ahvaller içinde salınıyorsunuz. Ne doğa insanla, ne de insan doğayla kenetlenmelidir. Herkes kendi doğal sürecini yaşamalı ve fakat son iki yüz yıl içinde insanın doğaya yaptığı müdahaleler hissedilmelidir. Böylece insan-doğa ikilemleri, yaşanan gerginlikler, insan bedeni üzerindeki ruhsal değişimler görülmelidir. Dünden bugüne “doğa-insan” şeklinde kurulan hiyerarşik düzen, “insan-doğa” olarak yer değiştirmiştir.
Sistemin iktidarı artık insandır!
Özetle evriminin hiçbir döneminde doğa zar atmamıştır.
Ve doğanın göbeğinden damlayarak çıkagelen insanla birlikte, sistemde dengeler değişmiş ve “Anthropecene” başlamıştır.