Doğada Doğal Bir Şey Yoktur
Doğada Doğal Bir Şey Yoktur
Rıdvan Arifoğlu
[email protected]
Bazı fotoğrafçılarda dikkatimi çeken şeylerden biri çektikleri belli bir fotoğraf hakkında konuşurken manipülasyon olmadığını vurgulamalarıdır. Ne demektir manipülasyon olmaması? Bilgisayarda üzerinde oynanmamış demek oluyor. O kadar güzel bir fotoğrafı olmaya ki bilgisayarda yapılmış zannedelim!
Ben de şu soruyu soruyorum: Bilgisayarda yapılabiliyorsa neden senin o fotoğrafı çekmene ihtiyaç duyalım? Veya çektiğin fotoğrafın üzerinde oynama yapabiliyorsan niye o olanaktan yararlanmayasın? Bence böyle bir savunma fotoğraftaki olayla izleyiciyi etkileme çabasından gelir. Mesela çok güzel bir Kıbrıs manzarası, ya da buruşuk yüzlü insan resimleri... Ne kadar buruşuksa o kadar güzel! İçerik bu kadar "biz" kokuyorsa elbette fotoğrafı tartışamayız."Biz"e espriyle yaklaşmaya çalışanlarsa ne yazık ki çok az.
Doğa fotoğrafçıları çok iyi fotoğraflar çekiyor. İçerikler cidden şahane. Bir böceğin detaylarını görüyoruz, bir ağacın, bir otun veya bir çiçeğin. Bunlar güzel şeyler. Birkaç fotoğrafçıya baktım ve aklıma şu takıldı: Niye çiçekleri, böcekleri veya kuş yuvalarını çekerken fotoğraf makinesindeki HDR tekniğini kullanmıyorlar da insan yapısı şeyleri çekerken bu tekniği kullanma ihtiyacı hissediyorlar? Bunu çok basit bir açıklaması olabilirdi. "İnsan olduğumuz için" denebilirdi ama böyle söylenmiyor. Herhalde doğa fotoğrafçıları insanı doğadan ayrı bir varlıkmış gibi göstermek istemezler. Mesela böyle ressamlar da var. Diyelim Lefkoşa'dan manzaralar filan… Sanki eski bir yapıyı resmederken resimde de fazladan bir eskitilmişlik duygusu yüklemek gerekiyor. HDR tekniğini kullanmaktaki amaç eski bir köprüyü, eski bir evi veya eski bir kapıyı vesikalık çeken fotoğrafçı gibi değil de biraz pütürlü, biraz bulanık v.s. göstermek. İşi sadece teknikle halletmeye çalışmak ayrı mesele, ama sorun şu ki insan yapılarında eski veya tarihi olanlar özellikle seçiliyor ve "doğa fotoğrafları"nda bu teknik kullanılmıyor. Acaba insan yapıları daha büyük olduğu için mi? Sanmıyorum, çünkü detay çekilebiliyor. Acaba eskiye özlem mi var? O kadar özlem var ki eski daha da eskitiliyor galiba.
Sahaflardaki en değersiz kitaplar hukuk ve çocuk kitaplarıdır. Yasalar sürekli değiştiği için hukuk kitaplarının değeri çok azalır ve kimse çocuğuna ikinci el kitap hediye etmek istemez. Bir taraftan cebinde para olan özellikle genç insanlar yeni şeyler istiyor, diğer taraftan bir "eski nostaljisi" var, yani sadece nostalji veya sadece eski-seviciliği değil. Eskinin tek başına değeri yok, ama eskiler arasında değerli olanlar var. Biz eskiye sadece satış değeri veya sadece manevi değer olarak bakarsak yüzeyde kalırız. Bitmek bilmez bir folklor var. Televizyonlarda tek bir programı değil bütün programları düşünürsek dünyanın en büyük sestasını veya sirizasını örmek için uğraşıyormuş izlenimi veren yaşlı kadınlar eskiye olan bu tür bir ilginin sonucu. Sanki Guinness rekorlar kitabına girecekler de televizyonlar sponsor olmuş.
Birkaç hafta önce bizim Mobylette'i tamir ettirmek için Şahuri'ye gittim. Dingili kırıktı. Bana dedi ki Fransızlar Solex marka motosikletleri gelip Kıbrıs'tan toplamışlar. Yani manevi değer maddi değere dönüşecek. Bir taraf bunun farkında değil (veya o şey bizim için gerçekten manevi ve maddi değere sahip değil), diğer taraf, üreten, bunun farkında. Motosikleti 10 liraya sana satmış, 10 yıl sonra değeri 5 liraya düşmüş ama bir 20 yıl sonra 15 liraya çıkacak filan… Yani nesnelere antika olarak da bakmıyoruz pek. Üreten bir topluluk olsaydık antikacı sayısı da çok artacaktı. Bakın adam zamanında Molylette parçalarını topladı, şimdi antika hesabına satıyor. 10 santimetrelik bir demir parçası 50 lira, yani fifti baks (böyle söyleyince yutkunmak biraz daha kolay oldu). Adamın hakkı kardeş... Manevi olarak (ve maddi olarak) neyin değerleneceğini biliyor. Benim duygusal bir yakınlığım yok böyle nesnelere. Bizde kısıldı, onardık, kullanıyoruz. Küçük tekerlekli motosikletlerden de daha iyi, çukurlu yolların ne kadar fazla olduğunu düşünürsek. Gerçi dingili bir çukurda koptu. Bir reklam vardı hani, altı alçak olan yarış otomobili bankette takılı kalır. Reklamı yapılan cip rahat rahat geçer. Ben de bazen lüks arabası olanların yanından geçiyorum. Şehirde tesadüfen uzunca bir süre aynı yollarda gidiyoruz. Gideceğimiz bölgeye hemen hemen aynı saatte varmış oluyoruz. Bazen daha erken bile vardığım oluyor. O araba belki 200 km basabiliyor. Bizim Mobylette ıkınırsa 20'yi görür, görürse sevinçten 1-2 kilometre fazladan açılır. Manevi değerinden soyutlayarak söylersek Mobylette'in TL cinsinden fiyatı o lüks arabanın kilometre cinsinden maksimum hızı kadar ya eder ya etmez. 1 Yunusemrelitürkiyelirası.
Mobylette'in gıcırdayan dümenini gene doğa fotoğrafçılarının tarafına doğru kıracak olursak göreceğimiz bir başka şey kurgunun az, estetiğin fazla olmasıdır. Çok güzel fotoğraflar var ama dünyada aynı cins böceğin, aynı cins ağacın milyonlarca güzel fotoğrafı var. Fotoğrafın çekildiği yerin Kıbrıs olması sanatsal değerini arttırmıyor, ama kayıt için önemli. Mesela, "2000'li yılların başında Kıbrıs'ta şu hayvan vardı, şimdi yok," veya "O hayvan o zamanlar vardı ve şimdi de var," diyecek 2200 yılında yaşayan insan. Hele yeni türler de bulunabiliyorsa çok daha iyi, ama bu fotoğraflara sanatsallık atfetmeye başladığımızda diğer fotoğrafçılara haksızlık etmiş oluruz. Bunlar da sanat eseri olmayıversin.
Michel Butor, Michel Butor Üstüne Doğaçlamalar-Dönüşen Yazı kitabında bir "kültür nostaljisi durumu"ndan söz eder. Fransa'da 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, "yenilgi ve işgalin pasif nitelikleri yüzünden", 1. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi bir savaş edebiyatı oluşmadığını, kıtlık ve sansür nedeniyle kültürden kopulduğunu yazar. Kitapçılarda yabancı yazarlar yoktur, resim sergisi açılmıyordur v.b.. Bu da yeni sanatçıların gelmesini önler. Şöyle devam ediyor Butor: "Kültür dönemi olarak eski dönem düşünülür ve bir gün yitirilmiş olanın yeniden bulunacağı umut edilir. Savaş sonunda annemin babamın ve büyükbabalarımın, büyükannelerimin kuşakları savaş öncesi dönemin kültürünü yeniden bulduklarını sandılar. En azından onu yeniden bulmuş gibi gözükmek için çaba harcadılar. Ötekiler için, benim kuşağımın insanları için büyük bir çalkantı ortaya çıktı, değerlerin müthiş bir biçimde yeniden gözden geçirilmesi gerçekleşti" Kıbrıs'taki Türkler ise buna henüz başlamadı, kaldı ki şimdi başlayamaz da. Biraz da kültürü doğa, doğayı kültür olarak algılama eğiliminin ve sürekli bekleme halinin getirdiği krizden dolayı. Doğayı savunmamız gerektiğiyle ilgili kendimizi o kadar haklı gördük ki bir taraftan moralimiz bozuldu, diğer taraftan "hazır doğa" hazıra konmuşluğumuzun bir simgesi haline dönüşürken bunu umursamadık. Theodor W. Adorno Biçim Olarak Deneme adlı yazısında şu benim yazdığım deneme türü için şunu diyor: "(deneme türünün) kültür görüngülerini 'indirgemek' yerine, ikinci bir doğa (…) gibi onların içine dalması boşuna değildir." O yüzden bazen doğayı kültür, bazen kültürü doğa olarak görüp kültürü ikinci bir doğa olarak görmeyenler, yani doğa ile kültürü birbirine indirgeyenler yazdığım yazıları okumak için boşa uğraşmasınlar. Onlar yıllarca gariban şalvarlıyı aşağılayıp "orijinal Kıbrıslı" olduklarını söyleyenlerdir. "Kökeni üstyapıdan daha önemli saymaz deneme. Nesnelerini seçerken sahip olduğu özgürlüğü, olgu ya da kuramın her türlü önceliği karşısındaki üstünlüğünü, kendisi için bütün nesnelerin bir bakıma merkeze -o herkesi büyüsü altına alan ilkeye- eşit ölçüde yakın olmasına borçludur. Kökenle ilgilenmeyi dolayımlı olanla ilgilenmeye göre daha ilksel sayıp yüceltmez, çünkü onun gözünde kökenselliğin kendisi, üzerinde düşünülecek bir konu, olumsuz bir nesnedir." (Edebiyat Yazıları)
Maria Callas'nın oynadığı, şu Kapadokya'da çekilen Pasolini'nin Medea uyarlamasında, baba evlatlık oğluna demişti ki, "Herşey kutsal, herşey kutsal, herşey kutsaldır. Doğada doğal bir şey yoktur çocuğum, bunu unutma. Doğanın doğal göründüğü gün bir şey bitmiş, başka bir şey başlamış demektir."