1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Doğarken Ölmek: Arabeski Hatırlamak
Doğarken Ölmek: Arabeski Hatırlamak

Doğarken Ölmek: Arabeski Hatırlamak

Doğarken Ölmek: Arabeski Hatırlamak

A+A-


Deniz BİLGE
[email protected]

Arabesk şarkıcılarının kasetlerinin yok sattığı günlerde, hangi tür müzik dinlersiniz sorusuna kaç kişi yüreklilikle arabesk derdi, tıpkı televizyonda sadece belgeselleri izlerim diyenlerin dürüstlüğüyle, arabesk dinlemem demek de şehirli olmanın, medeni olmanın bir gereği sayılırdı. Çünkü arabesk, bağrı yanıkların, ezilmişlerin, hayatları gamla, acıyla dolu olanların müziğiydi. Dinlemem diyenler, uzun dolmuş yolculuklarında dolmuşun kaset çalarından yükselen bu acılı şarkılarda kendileriyle karşılaşırlardı; çünkü arabesk müzik köyden kente gelen,  ne köylü ne de kentli olanların, yani  eşiktelerin müziğiydi.

“Nerelisiniz?” “İstanbullu”. Cevap yetmedi mi? Bir ek bilgi: “Doğma büyüme”. O da mı yeterli değil? “Biz yedi göbek İstanbulluyuz”. Çünkü doğma büyüme şehirli olmamak demek;  bu şehre çok daha önce gelenleri tarafından, sonradan gelenlerden olduğun damgasıyla yaşamak demektir. Oysaki “yedi göbektir buralardayız” demek, seni yaşadığın kentin istenmeyen misafiri olma konumundan kurtarıp, ev sahibi mertebesine yükseltir.

Şehre sonradan gelmek görünmemektir; fark edilmemektir; sesinin duyulmamasıdır. Arabesk müzik de işte bu sessizlikten doğmuştur. Köylü olmadığı için halk müziğine yabancılaşan, şehirli olmadığı için sanat müziğine ısınamayanlar, arabesk müzikle sessizliklerini duyurdular. Ne türküdeki bağdır, tarladır ya da ondan kaçan yardır dertleri; ne de musikideki rüyalarda beklenen sevdadır; onların asıl derdi sürekli sonradan geldiği bu şehirde çektiği acılardır.  Zaten hayatın kendisi acılarla baş etmektir ve bu hayat son bulana kadar devam eder. Her gün acı başka başka hallerle karşısına çıkar ve o başka başka çözümlerle onları son buldurma çabasıyla yaşar. “Dostta vefa hayır yok; felek dersen insafsız, gelen vurmuş giden vurmuş; sabır dersen faydasız, ne sevgide ne aşkta ne hayatta gülmüşüm, ıstırabım doğuştan ben doğarken ölmüşüm” (1). Istırap doğuştandır, çünkü beraber yaşadığın insanlar seni bir çocuk zayıflığında korunmaya, kollanmaya muhtaç olarak görürler. Tüm bu koruma kollama çabaları da seni düşündükleri ya da vicdani sorumlulıklarını yerine getirmek istedikleri için değil yaşam alanlarıyla senin arandaki mesafeyi koruma arzularındadır. Necmi Erdoğan bu konudan bir yazısında şöyle bahseder:

“Köylü”, “gecekondulu” veya “arabesk” halleriyle alt sınıfların ıslah edilmesini vazeden romantik-popülist veya sosyal mühendislikçi zihniyetlerin bile terkedilmesinin, artık onların “sosyal sorun” olarak bile görülmemesinin belirtisidir. Dolayısıyla bu anlatılarda dillendirilen mikro faşist söylem esas itibarıyla neoliberalizmin gündelik hayata tahvil edilmiş biçimidir. (2)

Arabesk müzik, doğarken ölenlerin hayatlarını anlatır,  geldikleri yerler farklı olsa da hepsinin ortak paydası madun olma halidir ve bu ortaklık sadece arabesk müziğin ezgilerinde can bulur. Şehrin bu kalabalık ama görünmeyen sakinlerini birleştiren müzik toplumsal bir hareketin körükleyicisi olabilir miydi? Arabesk müzik bu anlamıyla kitleleri bir arada toplayan ama aynı zamanda da acı çekme durumunda bireyselleştiren bir müziktir. Şarkıların sözlerinde dile getirilen isyan hep bireyseldi toplumsal bir isyandan söz edilemezdi. Kimsenin kimseyi anlamadığı düşene bir tekmenin de en yakınları tarafından vurulduğu bir dünyada kişi acısıyla baş başaydı. Bu nedenle arabesk şarkılardaki isyan asla toplumsal bir isyanın habercisi olamadı. İçinde bulundukları bu zorlu ve acılı hayat onların kaderiydi bu durumdan kimse sorumlu tutulamazdı bu yüzden kimseden de hesap sorulamazdı. Şarkıların sözlerinde kadere karşı boynu bükük olanların acıları doğal saymalarını söyleyen öğütler vardı.
Arabesk kültür sadece döneminin şarkı sözlerinde değil 1980 sonrası Türk sinemasına da etkisini gösterdi. Bu yıllarda Türk sineması Küçük Emrah’ın ailesinin daha iyi bir yaşam uğruna geldikleri şehir hayatına yenik düşmeleri, kapıcının kızının zengin fabrikatörün oğlu tarafından kandırılmasını, namusun dürüstlüğün mala mülke yenilişinin hikayelerini anlattı. Bugünden o günlere baktığımızda bence sorulması gereken en karmaşık soru anlatılan bu hikâyeleri gözyaşlarıyla izleyenlerin aynı hikâyelere bugün neden kahkahalara güldüğüdür? Eşikte olanların hikâyeleri ne oldu da bize acı vermek yerine gülünücek kadar hafifledi. Hikâyeler mi hafifledi yoksa onlara sırıtan yüzlerle bakan biz mi?

 

Alıntılar:
(1) Orhan Gencebay : Ben Doğarken Ölmüşüm,  Batsın Bu Dünya Albümünden
(2) Necmi Erdoğan, Birgün Yazıları:  'Beyaz adamlar' ve 'Apaçiler', 7 Ağustos 2012)

Bu haber toplam 1973 defa okunmuştur
Gaile 299. Sayısı

Gaile 299. Sayısı