Dogmatik Karanlığımız
Uygarlık dediğimiz şey din şemsiyesi altında değil, aklın parlaklığı altında yaşayabilir
Pervin Yiğit
[email protected]
Encyclopédie, Ansiklopedi veya Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlerin Sistematik Sözlüğü diye adlandırılan eser, Fransa’da 1751-1772 yılları arasında yayımlanan genel bir ansiklopedi gibi görünse de aslında aydınlanma ruhunun yayılmasını sağlayan bir yapıttır. Eseri Denis Diderot ve Jean Le Rond d’Alembert yönetirken, farklı maddeler dönemin J. J. Rousseau, Voltaire, Turgot ve Montesquieu gibi önde gelen düşünürleri tarafından yazılarak 17 ciltlik bir eser ortaya çıkmıştır.
Ansiklopedi d’Alembert’e göre “kör inanca ve zorbalığa karşı kutsal bir birlik”, Diderot’a göre ise insanların düşünme şeklini değiştirmeyi amaçlayan bir eserdi. Tüm geleneksel kurumları, siyasi ve dini otoriteyi eleştiren ve yıkmaya çalışan Aydınlanma düşüncesi, Ansiklopedi aracılığı ile yeni fikirlerin gelişimini ve dağılımını sağlamıştır. Tabii ki Aydınlanma düşünürlerinin hepsinin ya da Ansiklopedi’ye katkı koyan tüm yazarların aynı çizgide olması beklenemezdi ama ortak olan nokta hepsinin paylaştığı aydınlanma kültürüydü. Hem yıkıcı hem de yapıcı bir tarafı olan Aydınlanma düşüncesi mevcut durumu eleştirip, alternatif yaratıp, yıktığının yerine de yeni baştan bir sistem, kavram, yapı kurmaya çalışmıştır. Bu hareket bir çok alanda kendini hissettirmiştir fakat ben bugün sadece aydınlanmanın, özelde ise Fransız Aydınlanmasının, dine karşı olan tavrına değinmek ve 300 yılda bir şeylerin hala değiş(e)mediğini göstermek istiyorum.
Fransız Aydınlanmasının esas unsurlarından biri doğuştan hiç bir bilginin gelemeyeceğidir. Bu da demektir ki Tanrı fikri biz doğmadan önce bize yüklenen bir bilgi olamaz; Tanrı’nın varlığı tüm bilgiler gibi sonradan bir şekilde öğrenerek kabul ettiğimiz bir bilgidir. Tam da bu sebepledir ki ilk empirist düşünürler ateistlikle suçlanmışlardır. İskoç ve İngiliz Aydınlanması gibi Fransız Aydınlanması da tümüyle ateist figürlerden oluşmuyordu; çoğunluğu kendisini deist olarak tanımlıyordu. Ben, deistlerin büyük bir kısmının aslında ateist olduğunu, toplumsal bir düzen için dinin, en azından tanrının varlığının, bir araç olarak kullanılması gerektiğini düşündükleri için deist olarak kendilerini gösterdiklerini düşünüyorum.
Ansiklopedi’nin fikir babası olan Diderot dogmatizme ne kadar karşı olduğunu ispatlarcasına yıllar içerisinde defalarca din ile ilgili fikirlerini değiştirmiştir. Teizmden, deizme, deizmden panteizme oradan materyalizm ile birlikte ateizme geçen düşünsel evrelerinin altyapısını Diderot’un eserlerinde rahatlıkla bulabiliriz. Önceleri Tanrı olmadan ahlaklı olunamayacağını savunmasına rağmen, sonunda deisti “bir ateist olmak için yeterince uzun veya bilgece yaşamamış biri” (1) olarak tanımlayarak, dine karşı duruşunu açıkça belirtmiştir. Belki de Diderot’u bu harekette Voltaire gibi etkili bir figürün bile gölgesinde bırakmayan özelliği aydınlanmanın ne olduğunu kendi karakteri ile göstermesi, fanatizme, dogmaya karşı duruşu ve eleştirel düşüncenin yanında oluşudur.
Diderot, toplumu bilinçlendirmek pahasına tabuları yıkmaya çalışırken düşmanlar edinmiş, defalarca hapse atılmış, kitapları yasaklanmıştır. Buna rağmen dinle ilgili yaptığı eleştirilerden hiç bir zaman vazgeçmemiştir. Din, Diderot’a göre uygarlığın önündeki en büyük engeldir. Hem birey olarak hem toplum olarak dinin yarattığı baskılardan kurtulmak gerekir. Önyargılardan kurtulmak, eleştirel olmak ve toplumsal olarak gelişebilmek için dine kesinlikle sığınılmaması gerektiğini söyleyen Diderot, ahlakı da teolojiden ayrı olarak değerlendirir. İyi bir insan olmak için Tanrı korkusuna ya da fikrine ihtiyaç olmadığını, uygarlığa ancak eğitimle ve özgür düşünceye engel olan dogmaların, batıl inançların, din ve otoritenin yıkılması ile ulaşılacağını söyler.
“son kral, son papazın bağırsaklarıyla boğulup öldürülmedikçe insanlık özgür kalmayacak.'' (2)
21. yüzyılda din derslerinin zorunlu olacağını Aydınlanma düşünürleri bilseydi acaba ne tepki verirlerdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. 300 yıl önce dinin baskıya yol açtığı, özgürlükleri kısıtladığı, ilerlemeyi engellediği tartışılıyorken bugün hala aynı konuların gündemde olması insanlığın geriye doğru gittiğini doğrular nitelikte. Sakız çiğnemenin orucu bozup bozmaması istikrarlı bir şekilde her yıl tartışılırken, insanların hala cennet fikri ile boş umutlarla yaşaması bir o kadar normal karşılanıyor. Yüzyıllar önce monarşinin tanrısal gücünü eleştirmeye cüret eden insan aklının, şu an deprem gibi bir olayı bile inanç eksikliğine bağlaması inanılır gibi değildir.
Dinin sosyal hayatı düzenlemek, bireyleri kısıtlamak belki kontrol etmeyi kolaylaştırmak için kullanılmasının eski çağlarda kalması gerekiyorken, bugün hala bu kadar güçlü bir silah olarak terörü artırmasını, camilerde veya kiliselerde saldırılara sebep olmasını anlamlandırabilmek ve meşrulaştırabilmek için Ortaçağ mentalitesi ile düşünmek gerekir. İnsanı insan yapan şey düşünebilme yetisidir; aslında özgürlüğüdür. Her istediğini düşünebilmek, her istediğine inanabilmek insanı hayvandan ayırırken, bireyin bu özelliğinden feragat edip kendini bir dine, varlığından hiç bir zaman emin olmayacağı öte dünyaya bağımlı kılarak, insanlığını bırakması ne ile açıklanabilir bilmiyorum. Aslında teolojik etiğin teoride dünyayı muhteşen bir yer yapması gerekir, zaten her dinin kutsal kitabı aynı zamanda birer ahlak kitabı da değil midir? Fakat tarihe baktığımızda, teolojinin pratik olarak dünyaya huzur veya barış getirdiği bir dönem hiç yaşanmamış, ahlak, toplumsal huzur, değer yargıları veya uygarlığın gelişimi hiç bir zaman dinden olumlu olarak etkilenmemiştir. Kısacası din ne toplumsal olarak bir ahlaki düzen yaratıp işe yaramıştır, ne de bireysel olarak kişiyi mutlu etmiştir. Tabii ki bu noktada dini inancın bir ihtiyaç olması ve bireye sağladığı psikolojik faydalar tartışılabilir. Fakat dinin psikolojik olarak bireye sağladığı olumlu etkiyi kabul etsek dahi, bireysel özgürlük çerçevesinden baktığımızda, ki yukarda insan olmanın temel koşulunun bu olması gerektiğini belirttim, dinin insanı köle yapmaktan başka bir işlevi olmadığını bunun da dolaylı olarak insana fayda sağlamak yerine zarar verdiğini görürüz.
Din doğası itibarı ile fanatizm ile beslenen dogmalar silsilesidir. Kendinden olmayanı ötekileştirme, inanç özgürlüğünü savunurken dahi hem dinler arasında hem de aynı din içerisinde mezhepler arasında kendini belli eder. Dinlerin yarattığı kaderci anlayış bireyi metafizik bir kabullenişin kölesi yaparken, onun yaşamdan beklentisini de ister istemez kısıtlar. Tek tanrılı dinlerin savunduğu günahkar insan anlayışı aydınlanma düşüncesi ile sarsılıp daha sonraları varoluşçuluğun etkisiyle kaybolması gerekirken, bugün hala insanın kendini yaratabilen bir varlık olarak kendi hayatından sorumlu olabilmesi cennet fikri kadar hayali düzeyde kalmıştır. Kaderi özgürlükle bağdaştırabilen güncel okumalar bile günün sonunda bireye kontrolün aslında onda olmadığını gösterir. Bu sebepledir ki ben dinle kuşatılan, kadere veya bir otoriteye boyun eğmeyi içselleştiren bir toplumda, bireysel özgürlüğün ve dolayısı ile mutluluğun varolmayacağına inanıyorum. Başka bir deyişle, dinin hem toplumsal düzeyde hem bireysel düzeyde zararlı olduğunu, kişilerin ellerinden mutluluklarını ve özgürlüklerini aldığını düşünüyorum.
Aydınlanma ihtiyacı, hareketin başladığı ülkelerde bir gecede oluşmamıştır. Gereklilikleri de bir günde pratiğe dökülmemiştir. Entelektüel hayatın dini baskıdan dolayı sığlaştığı Türkiye’de iktidarın baskısının dini söylem süslemeleri ile kendini hissettirmesi de bir gecede ortaya çıkmamıştır. Bu yüzdendir ki biz de bir sabah uyanıp bunların yansımalarını aniden toplumumuzda görmeye başlamayacağız. Şu anda oluşmakta olan, değişmekte olan sosyal yapı yavaş yavaş kendini hissettirirken, önlem almamız, o gün geldiğinde “biz şimdi fark ettik” savunmasının altına sığınmamamız gerekir. Uygarlık dediğimiz şey din şemsiyesi altında değil, aklın parlaklığı altında yaşayabilir; insanlar ise ancak dinden, dogmalardan, akla sınır koyan her şeyden kurtularak özgür, mutlu ve de ahlaklı olabilirler. Unutmamamız gereken bir şey var ki, dünyadaki sorunlar, Akdeniz’deki petrol, Kıbrıs sorunu ve Derinya kapısı ile sınırlı değildir. Burnumuzun dibindeki sorunları görmezden geldiğimiz ve mentalitemizi bu ada ile sınırlandırdığımız sürece, geliyorum diye bağıran tehlikeleri fark etmemiz ve bunlara karşı kendimizi korumamız da mümkün olmayacaktır.
Referanslar:
- N. L. Torrey, “Denis Diderot”, Encyclopedia of Philosophy (gen. Ed. D. M. Borchert), vol. 3, MacMillan Reference, USA, 2006, s.71.
- Denis Diderot, Felsefe Konuşmaları, çev. Adnan Cemgil (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016).