Doğuş Derya, Resmi Tarih ve Geçmiş
Doğuş Derya, Resmi Tarih ve Geçmiş
Şevki KIRALP
[email protected]
“Tarih insanların içinde, insanlar da tarihin içinde tutsaktır”.
James Arthur Baldwin
Resmi tarih devletin oluşturmak istediği ulusal şuurun sesidir. Geçmişi tam anlamıyla sorgulamaz ve tam anlamıyla yansıtmaz. Tam anlamıyla sorgulamaya ve yansıtmaya da gerek duymaz. Okullardaki tarih kitapları, meydanlardaki anıtlar, resmi törenler, askerlik görevi, bazı siyasal odakların propagandaları ve bazen de dini ibadetler ile insanların hayatına girer. İnsanın şahsi şuuru ve toplumsal şuur ise bir şeylerin ters gittiğini, ya da öğretildiği gibi olmadığını hissettiği zaman sorunun kaynağını arar ve bugünü belirleyenin aslında geçmiş olduğunu fark eder. Sonra geçmişe gidip resmi tarihin dile getirmediği hatıralara ulaşmaya çalışır. Tabi resmi tarihin kilitlediği kapılardan geçmek bazen kolay olmaz. Kıbrıs Türk siyasetinin en ilerici ve en cesur isimlerinden biri hiç kuşkusuz Doğuş Derya’dır. Toplumda tabu olan pek çok konuyu kendisinin öncülüğüyle tartışmaya açtık. Doğuş yine bir tabuya dokundu ve hem tabu hem gündem ciddi bir sarsıntı yaşadı. Bu sarsıntı bizlere gösterdi ki, savaşı ve göçü yaşayan, Avrupa’da yüzyıllar süren kentleşme sürecini sadece bir yılda gerçekleştiren, ama on yıllardır dünyadan izole şekilde yaşayan bir toplum olarak halen daha tabuların gölgesindeyiz. Platon idealar kuramında insanın gerçeklik algısını meşhur mağara örneği ile şu şekilde anlatır: “İnsanlar elleri ve ayakları bağlı bir biçimde bir mağaradayken ve yüzleri mağaranın duvarına dönükken, arkalarında bir ateş yanarsa ve bu ateşin önünden belirli nesneler geçerse insanlar duvarda bazı yansımalar görürler. Fakat gördükleri yansımalar ile gerçek nesneler birbirlerinden çok farklıdır” (Platon, Sokrates’in Savunması, 2010, İstanbul: Bordo-Siyah). Doğuş’un söylediklerinin özü şuydu: “Kıbrıs’ta sadece Türkler mağdur olmamış, Rumlar, Ermeniler ve Maronitler de mağduriyetler yaşamıştır. Diğer toplumun mağduriyetlerini de görmek, her şeyden önce onları insan yerine koymak boynumuzun borcudur”. Son derece barışçıl ve insancıl sözler sarf eden Doğuş, söylediklerinin içini doldurmak amacıyla diğer toplumdan insanların da tıpkı bizim toplumdan insanlar gibi savaş mağduriyetleri yaşadıklarını, göçmenleri ve “kayıp şahısları” olduğunu dile getirdi ve “tecavüze uğrayan Rum kadınlar da vardı” dedi. Aynı konuşmada Doğuş milliyetçi kesimlere yönelik “Rum şövenistlerden laf cımbızlayıp propaganda yapıyorsunuz” şeklinde bir eleştiride de bulunmuş ve ne yazık ki kendisinden de konuşması sonrasında tam anlamıyla “laf cımbızlanmıştı”. Cımbızlanan sözler ise çok tehlikeli ve kışkırtıcı biçimde saptırılmıştı.
Doğuş Kıbrıs’ta toplumlararası şiddet ve savaş yıllarının her iki toplumda da pek çok aileye acılar ve mağduriyetler yaşattığına değinmişti. Güney’deki Türk evleri, Kuzey’deki Rum evleri, her iki kesimde de kalıntılarına 40-50 yıl sonra ulaşılan yüzlerce Rum ve yüzlerce Türk “kayıp şahıs” Doğuş’un yanlış bir şey söylemediğinin delilidir. Fakat söylediklerine reaksiyon gösterilirken özellikle de “tecavüz” üzerinde durulması son derece düşündürücüydü. Bu tabi ki siyasal kültürümüzün düşük seviyeli ve “belden aşağı” yanlarıyla da ilgiliydi. Doğuş konuşmasında hiçbir şekilde tecavüzlerin failini belirtmemiş, fakat sözleri “Doğuş Derya Türk askerine tecavüzcü dedi” diye çarpıtılmıştı. Toplumda kanaat önderi durumundaki şahısların da aralarında bulunduğu pek çok kişinin internet üzerinden yaptıkları çirkin saldırıları derhal Kuzey Kıbrıs ve Türkiye medyasında “KKTC vekilinden Türk askerine tecavüzcü suçlaması!” şeklinde haberler ve köşe yazıları izledi. Hem Kuzey Kıbrıs, hem de Türkiye kamuoyu açıkça kışkırtıldı. Tartışmaya Türkiye kamuoyunun da dâhil edilmesinin sebebi ulusal şuurun kaynağı olan resmi tarih anlatılarını koruma isteğinden başka bir şey değildi. Doğuş’un geçmişle yüzleşme çağrısının Kuzey Kıbrıs’ta destek bulacağı belliydi. Resmi tarihin yıpranmaması için haliyle Türkiye kamuoyunda “vay densizler!” şeklinde bir tepkinin yükselmesi gerekirdi ki Doğuş ve geçmişle yüzleşmemiz gerektiği inancındakiler bu sevdadan vazgeçsin. Bunu yapmanın en kolay yolu da “Türk askerine tecavüzcü deniyor!” diye yaygara koparmaktı. Oysa “tecavüz” Doğuşun verdiği mesajın sadece destekleyici bir örneğiydi. Ana fikri değil.
Doğuş’un geçmişle yüzleşme çağrısının oluşturduğu gündemde ne yazık ki “belden aşağı”, kışkırtıcı ve anlam saptırıcı bir reaksiyon zinciriyle karşılaştık. Fakat Doğuş’un ve mesajını doğru algılamaktan çekinmeyenlerin arzusu bundan çok daha farklıydı. Öncelikle hepimiz, resmi tarihin anlatılarını can-ı gönülden savunanlar da dâhil olmak üzere hepimiz, resmi tarih ile geçmiş arasındaki farkı iyi anlamak durumundayız. Eric Hobsbawm’a göre uluslar kendi tarih ve geleneklerini “inşa ederler”. Mitler, yani efsaneler yaratırlar ve geçmişteki “anlı-şanlı” atalarının devamı olmanın gururu ile aralarında bir birliktelik sağlarlar. Her ulusun tarihinde mutlaka mitler vardır. Ve her resmi tarihte atalar “mağdur”, “mağrur” ve “kahraman” olarak resmedilir. Fakat bu tür anlatılar geçmişi tam olarak yansıtmaz. Sadece yaratılmaya çalışılan ulusal bilinci yansıtır (Eric Hobsbawm & Terence Ranger, 1983, Invention of Tradition, Cambridge: Cambridge University Press).
Kıbrıs Türk resmi tarihi şunu söyler: “Rumlar 1963’te bizleri yok etmeye çalıştı ama başaramadı. Mecburen göç ettik. Makarios Enosis’i sonraya bırakmak istiyordu, Cunta Enosis’i hemen istiyordu. Birbirlerine düştüler, darbe oldu. Türkiye gelmese Kıbrıslı Türkler yok edilecekti. Türk ordusu gelip bizi kurtardı”. Burada “zalim öteki” ve “kahraman kurtarıcı” resmedilmektedir. Bu anlatıları üretenler Kuzey Kıbrıs’ı Türkleştirme amacı taşımaktadırlar. O yüzden de resmi tarih tezlerinde Makarios’un içeride ve dışarıdaki Komünistler ile işbirliğinden, bağımsızlık politikasından ve Türkiye ile Yunanistan’ın NATO üyeliğinin hayati önem taşıdığı Soğuk Savaş’tan söz etmezler. Resmi tarihimizde 200 bin Rum’un yaşadığı göçten söz edilmez. ABD’nin dış politikasını değiştiren Arap-İsrail Savaşı’ndan söz edilmez. 19 Ağustos 1974 günü tepki dolu Kıbrıslı Rumların ABD elçiliği önünde yaptığı protestodan ve ABD büyükelçisinin öldürülmesinden söz edilmez. Diğer toplumların mağduriyetlerine değinilmez. 1963’ten başlayarak 1974’e kadar süren bir “Enosis uğruna Türkleri yok etme” girişiminin bizim açımızdan “mutlu son” ile noktalanması anlatılır. İşin garibi, Kıbrıs Türk toplumunda harekât esnasında katledilen yüzlerce “kayıp şahıs” olduğu bile net biçimde anlatılmaz. Çünkü slogan belli: “Ölen şehit, kalan gazi!”.
Kıbrıs Rum resmi tarihinin bizimkinden kalır yanı yoktur. “Kıbrıs binyıllarca Yunan olmuştu. Önce Türkler sonra İngilizler geldi. Sonra bağımsız Kıbrıs devleti kuruldu. Türkler sıradan bir azınlık iken aşırı haklar elde etti, yetmedi Türkiye’ye güvenip isyan etti. Darbeciler bize ihanet etti, Türkiye geldi, insanlarımızı öldürdü ve adamızın yarısını işgal etti”. Bu tarih tezini üretenler Kıbrıs’ı “Kıbrıslı Rumlaştırmak” amacı taşımaktadır. Anlatılarında Kıbrıslı Türklerin 1963-64 yıllarında adadaki şiddet ve can korkusuyla düştükleri göç yollarına değinilmez. Trajedinin başlangıcı olarak 1974 işaret edilir. Öncesi sadece detay teşkil eder. Meşruiyetini toplumların eşit ortaklığından alan devletin 50 yıldır tamamen Rum kontrolünde olmasının ciddi bir sorun olduğu anlatılmaz. Kıbrıs Sorunu bir “işgal sorunu” olarak resmedilir. Ege adalarının Yunanistan egemenliğine girmesinin Türkiye’ye çıkardığı kıta sahanlığı ve sahil güvenliği sorunlarından da, aynı durumu Kıbrıs’ta da yaşamak istemeyişinden de bahsedilmez. Hatta Kıbrıslı Türklerin mağduriyetlerine de yer verilmez. Varsa yoksa “mağdur Kıbrıs Yunanlıları” ve “Türk barbarlığı”. Çünkü slogan belli: “Unutmam!”.
Peki, yarın Kıbrıs yeniden birleşir ve eğitim sistemi vasıtasıyla yeni nesillere barış bilinci aşılamak gerekirse resmi tarih yeniden yazılmayacak mıdır? “400 yıl kardeşçe bir arada yaşadık, aramıza nifak sokuldu kavga ettik, sonra barıştık ve ebediyen kardeş kalacağız” denmeyecek midir? Tabi ki denecektir. Çünkü resmi tarih yazmak ile geçmişle yüzleşmek birbirinden çok farklı kavramlardır. Her iki toplum da geçmişi resmi tarihten ayırt etmeyi öğrenmek zorundadır. Kıbrıs Türk toplumu adına konuşacak olursam, yüzleşmemiz gereken çok şey var. 1974’te çoğunlukla köylü ve çiftçi olan bir toplum nasıl oldu da refah seviyesinde inanılmaz bir yükseliş görerek 1975’te kentli, memur ve tüccar oldu? Adına “ganimet kültürü” dediğimiz ve hepimizi birbirimizden uzaklaştırarak bireyselleştiren bu illet nasıl doğdu? Neden halen daha bütün uluslararası sistemden izole yaşıyoruz? Uluslararası sistemden ve uluslararası hukuktan dışlanmış yaşam biçimimizle kime hava atıyor ve kimi kandırıyoruz? 1974 Kıbrıslı Türkler için tozpembe bir tabloysa 40 yıl aradan sonra toplu mezarlardan çıkarılan “kayıp şahıslar” bu tabloda nereye oturuyor? Savaşta hakları çiğnenenler ve acılar yaşayanlar sadece bizim toplumdan insanlar mıydı?
Elbette ki hiç birimiz bir diğerini “federal çözüme karşı çıkacaksın” ya da “federal çözümü destekleyeceksin” diye zorlayamaz. Fakat resmi tarihin gölgesinde kalan geçmişin çarpıcı gerçeklerini göremezsek “ganimet kültürü” içerisinde birbirimize düşmekten ve uluslararası sistemden izole yaşamaktan daha uzun yıllar kurtulamayız. Bu yüzden hepimiz, hem birbirimizi, hem Rumları, hem Türkiye’yi, hem de dünyayı daha iyi anlamak için geçmişle yüzleşmenin önünü açmakla mükellefiz.
Yazıma geçmişimizle aramıza ördüğümüz duvarların ne denli vahim sonuçlar doğurduğuna gündelik yaşamımdan basit ama çarpıcı bir örnekle son vermek istiyorum. Dedesi savaş sırasında katledilerek bilinmeyen bir yere gömülen, yani “kayıp şahıs” olan bir arkadaşım hakkında, yüksek tahsilli, yabancı dil bilen, pek çok yabancı ülkede yaşamışlığı olan ve kesinlikle de art niyet taşımayan birisi bana bir gün aynen şöyle demişti:
“Bu bizim arkadaş biraz vefasız galiba. Bir şehit torunu ama bir günden bir güne dedesinin mezarına gittiğini duymadım”.