1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. Dönüşmek ya da dönüşmemek
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

Dönüşmek ya da dönüşmemek

A+A-


Henüz günlerin uzun, oyunlarla yorgun, pamuk şeker renginde ve tadında olduğu günlerdi...

Henüz akşamların sıcak, bahçelerde ateş böceklerinin uçuştuğu, balkonlardan çay kaşığı tıkırtılarının ve kimi zaman neşeli, kimi zaman hüzünlü fısıltıların sokaklarda oynayan çocuk sesleri arasında kaybolduğu günlerdi...

Parasko teyze Rum komşumuzdu... Koliva yapar getirirdi, tatlı bir şeydi koliva, hani bizim diş buğdayı dediğimize benzer, buğdaylı, tarçınlı lezzetli bir şey... O, kapımızda koliva tabağı ile göründüğünde gözlerim parlar, hemen mutfağa koşup en büyük kaşığı kapardım. Koliva’nın tadından daha fazla detayları farketmeye başladığım günlerde, elinde koliva tabağıyla gelen Parasko teyzemin gözlerinin kızarık ve az önce kurulanmış olduğunu farkettim... Öğrendim ki, koliva ölenlerin ardından pişirilirmiş, müslümanların helvası gibi... Şaşırdım, demek ki dini dili ne olursa olsun insanlar, ölümün acısını hafifletecek ağız tadları üretmişler... Büyümek bu tür detayları farketmeye başlamaktı belkide...

Nafiye teyze Araptı. Siirt Araplarından. Bıttım doldururdu ceplerine de öyle gelirdi bize, anneannem ne kadar uslu bir çocuk olduğuma dair her bir vak’a takdim ettiğinde, Nafiye teyze yarım gözlüklerinin üzerinden şöyle bir bakar, elini bol basma elbisesinin cebine atar, o harikulade siirt yemişi bıttımı hayran bakışlarım arasında avuçlarıma bırakırdı...

Matild teyze Ermeniydi. Babamın hala Cuma akşamları (perşembeyi cumaya bağlayan gece değil, zinhar, o gece içilmez ama Cuma’yı Cumartesiye bağlayan gece, elbette) kurulan rakı sofrasının vazgeçilmezi topiği özenle hazırlar, arasıra çapkın bakışıyla “ka Ali Beyzademe sefa olsun” diyerek gecemizi şenlendirirdi...
Az önce, “geçmiş olsuna” gelen Bella Teyzem Yahudidir. Ben bu satırları yazarken, Bella o bitmek bilmez gevezeliği ile babamı bayıltıyor. Annem ise pek sevdiğim bamyayı “ay Bella sen ailedensin, çayı koydum, şu bamyayı da ayıklayıvereyim şuracıkta” diyerek ayıklıyor. Hamursuz bayramlarında, Bella teyzem mutlaka üzeri ibranice yazılı “matsa” (hamursuz) paketi getirirdi ve tabii hamursuz unu ile pişirilmiş nefis kekler... Ben eşek kadar oldum, hala hamursuzun üzerine ince bir tabaka margarin sürüp, üzerine toz şeker serperek yerken Bella teyzem beni gülümseyerek izler...

...

Eski mahallemiz, o kadim günler geride kalalı çok oldu. Artık yüreğimi okşayan o her biri farklı kaynaktan fışkıran yoğun sevgi, yerini olgunlaşma denilen kan pıhtılaşmasına bıraktı... Soğuk, katı, kanıksamış, kabullenmiş ve teslim olmuş bir olgunluk çağını sürüyorum şimdi...

Her şeye rağmen hayatın en umulmadık bir noktasında küçücük, minicik bir sızı beliriveriyor. Göğsüme iri bir taş oturuyor, boğazım düğümleniyor, gözlerim doluveriyor... Bazen bir filmin duygusal sahnesinde, bazen bir televizyon haberinde, bazen bir kokuda, bazen taş plak tınısında bir şarkıda...

O sızıyı susturmam gerektiğini söylüyor birileri...İçimde bir yerlerde uslu uslu oturup bu “çağ yangınının yalazlarından korunmaya çalışan” “Beleş insancıllığım” ya da “romantizmim” galebe çaldığında, kaşlarını çatıp dudaklarını büzüyor birileri... İçimdeki çocuğu, içimdeki insanı susturmam gerektiğini söylüyor...

Çalışıyorum... İnanın çalışıyorum... Televizyonu kapatıyorum, gazeteleri katlayıp bir köşeye kaldırıyorum. Tam o sırada Matild teyzem, Bella teyzem, Parasko teyzem, Nafiye teyzem ve diğerleri çıkageliyor... “Pasakamu” diyor Parasko teyzem, “biz böyle mi büyüttük seni? Biz böyle miydik a yavru? Dertlenmez miydik başkalarının dertleriyle, sevinmez miydik sevinçleriyle... Biz sana bunu mu öğrettik vre?”

O kan pıhtılaşması bir an için çözülüveriyor, boğazım düğümlenip, gözlerim yaşarıveriyor... Ağlayabildikçe geride bıraktığım insanlar için, kederlenebildikçe hiç tanımadığım insanlar için, hala bir gurur kırıntısının parıldadığını hissediyorum... Çünkü bizi öncelikle duygusuzlaştırmaya çalışıyorlar... Hayatı rakamlarla, indekslerle, integrallerle açıklamayı, bunun dışındaki herşeyin “beleş insancıllık” ve romantizm olduğunu söylüyorlar...

İçimdeki çocuk, içimdeki delikanlı, sırtımı sıvazlayan kadınların sevgileriyle direniyor... Hala insan kalabilmek, hala insancıllığından utanmamak, hala coşku ve duygusallığını yitirmemek için... direniyor... Bu coğrafyada, bu kültürel iklimde büyümek başka türlü bir şeye dönüşmeyi imkansız kılıyor çünkü...

 

( 14 Nisan 2010 )

Bu yazı toplam 2991 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar