Dönüşüm
Seçil Besim: Odanın içi simsiyah yağlı boyayla boyanmıştı. Gelişigüzel atılmış fırça darbeleri hayattan yediği darbeleri yansıtıyordu
Seçil Besim
Odanın içi simsiyah yağlı boyayla boyanmıştı. Gelişigüzel atılmış fırça darbeleri hayattan yediği darbeleri yansıtıyordu. Minik bir tüp üzerinde duran, yer yer yanık izleri oluşmuş, alt ve üstü sonradan birbirine uydurulmuş bir çaydanlıktan çıkan bayat çay kokusu ortalığı sarmıştı. Şu anda onun için anlamsız olan hayatı, sanki dört duvar arasına sığmıştı. Aylardır suya değmeyen bedeni, keçeleşmiş saçlarıyla odanın tam orta yerinde, çömelmiş bir şekilde oturuyordu. Elindeki bardakta duran çayı, öğle yemeği niyetine yudumlarken, dudaklarından şu sözler döküldü. “Şizofren bir kadın, evli olamaz.” Defalarca aynı cümleyi tekrarladı. Ses tonunu, her seferinde yükseltti çatlayan sesine aldırış etmeden.
Derken kapısı çalındı bir zamanlar çocuk sesiyle neşelenen üç odalı mütevazı evin. Aldırış etmeden zil sesinin yankılanan tınısına, yere uzandı sırtüstü. Kollarını başından yukarıya doğru, yere paralel bir şekilde uzattı. Patlayan kılcal damarları, mosmor bir renge boyamıştı kollarını. “İşte bu kadarım” dedi. “Hadi gel al bedenimi. Bundan fazlası yok zaten” diyerek hıçkırarak ağlamaya başladı. Birkaç kez yeri yumrukladı gözlerini yumarak. Belli ki yaşadıkları, daha çok canını acıtıyordu tenine verdiği zarardan.
Ağlamaktan yorgun düştüğünde, gözlerini hafifçe araladı. Tam bu sırada yere dökülen şekerli çaydan nasibini almak isteyen bir karınca, gözüne takıldı. Yerde duran küçücük şey bile, hayata ne kadar bağlıydı. O, koskoca insan bedenine rağmen küçük düşmüştü hayatta. Oysa bu küçücük karınca bile ondan daha güçlü duruyordu kendi ayakları üstünde.
Çaba harcadı yerden kalkmak için. Ama açlıktan yorgun düşmüş bedenini taşıyamadı bacakları. Yere yıkıldı büyük bir gürültüyle. Az önce görüp özendiği karınca yeniden takıldı gözüne. Bu kez, öfkeyle bakıyordu gözleri karıncaya. Kalan gücünü toplayıp, işaret parmağını karıncanın üstüne götürdü. Sonra büyük bir hızla geri çekti elini. “Belki senin de çocuğun vardır kim bilir” diyerek, Tanrı edasıyla “bu hayatı sana bağışlıyorum” diye bağırdı. Alaycı kahkahalar yükseldi odanın dört bir yanında çınlayarak. Derken alacaklı gibi yeniden çalındı kapısı. Gerçi neyi alabilirlerdi ki ondan daha fazla. Yitip gitmekte olan aklını mı yoksa çürükler içinde bıraktığı, ruhuna kılıf olan bedenini mi?
Bakışları donuklaşmıştı bir kez daha. Bir kez daha canından can koparılan anı düşünüyordu besbelli. Yavaşça kirpikleri kavuştu birbirine. Ona nispet edercesine sımsıkı yapıştılar gözyaşının etkisiyle. Yineledi cümlelerini bu kez, kimsenin duymasını istemiyormuş gibi sessizce. “Şizofren bir kadın, evli olamaz.”
Gözünü açtığında en yakın arkadaşını buldu karşısında. Çocukken birlikte oynadıkları, birlikte büyüdükleri günleri anımsadı birden. Hayatı boyunca en yakın arkadaşı, dostu, sırdaşı olmuştu şu an karşısında duran, uzun boylu, zarif kadın. Annesi onu yıkayıp, öğle uykusuna yatırdığı vakit, arkadaşının, odasının camından seslenerek oynamaya çağırması, onun için keyifli anların başlangıç habercisiydi. Camdan atlayıp, yıkanmışlığın inadına koşulan tozlu yollar, çocukluğunun vazgeçilmez bir parçasıydı. Üstelik günün sonunda yenilecek dayağa aldırış etmeksizin yaşanırdı bu çocukça çılgınlık.
Hep merak ederdi arkadaşının ailesini. Her soruşunda ise, yanıt değişmezdi. Uzakta! Çok uzakta! Arkadaşının bir kez bile annesi tarafından akşam yemeğine çağrıldığına tanık olmamıştı çünkü. Hatta öyle ki bu soruyu her sorduğunda arkadaşı onu yanıtsız bırakmazdı ama sessizce uzaklaşır giderdi yanından. O ise zaman zaman bu ayrılığı göze alarak merakına yenik düşerdi.
Okul zamanı aynı sırayı paylaştılar. Üniversitede bile aynı bölümde okudular. Ama arkadaşının, sorduğu soruya tepkisi hiç değişmedi. Evlendiğinde ise, düğününe yalnızca çok sevdiği, esrarengiz arkadaşı gelmişti. Eşiyle birlikte sade bir düğün kararı almışlardı zaten. Bebeğini kucağına aldığı anda bile çocukluktan getirdiği dostu yanındaydı. Doğum yaptıktan üç ay sonra, arkadaşı tamamen yanlarına yerleşmişti. Küçük kızının odasında, yere dizdiği minderlerden bir yatak oluşturmuştu onun için. Aslında arkadaşının sürekli yanında olması çok hoşuna gitmişti. Mutluydu. Ta ki bir sabah uyanıp da arkadaşıyla birlikte bebeğinin de ortadan kaybolduğunu görene dek. Olduğu yere yıkılmıştı kendinden geçerek.
Gözünü açmaya çabaladığında ise, birkaç cümle işitti kulağında. “Lütfen elektroşoku ayarlayın. Sakinleştiricinin etkisi geçmeden uygulamayı tamamlamalıyız.” Çok büyük bir çaba göstererek gözünü açmayı başardığında, beyaz önlüklü, sakin ses tonuyla kendisine konuşan doktorunu gördü. “Lütfen sakin olun, birazdan hissettiğiniz tüm acılar hafifleyecek.” dedi doktor. Sessizce başını salladı doktoru onaylamak için. Gözünden yaşlar süzülmeye başladı. Eliyle yaşlarını silmek istedi ama başaramadı. Çünkü elleri bağlıydı.
Hemşirelerin nezaretinde sedyesi koridora çıkarıldı. Karanlık görünümlü oda kapılarının önünden hızla geçirildi. Bu seri yolculuk şok odasında son bulmuştu. Hemşirelerden biri elindeki makasla elbiselerini kesti. Çırılçıplak kaldı bir an. Bedeninin çıplaklığından mı yoksa yaşadığı şeylerden mi daha çok utanması gerektiğini düşündü. Derken güleryüzlü bir hemşire ince bir çarşafla örttü bedeninin utangaçlığını. Az sonra yaşayacağı şok da geçmişte yaşadıklarını örtebilseydi keşke diye düşündü.
Bedeninin hareket etmesini engelleyecek kadar sıkılaştırıldı kumaş bantlar. Saçları kazındı usturayla. Ve cihaz yerleştirildi başına. Sakinleştirici iğneyi koluna enjekte eden hemşireyi gördü gözleri son olarak.
Birden arkadaşı belirdi. Onu elinden tutup hızla savurdu boşluğa. Simsiyah yağlıboyayla boyanmış odanın tam ortasındaydı artık. Uzun boylu zarif arkadaşı da tam karşısında duruyordu. Kızım nerde? Kapıyı kim açtı sana diyecek oldu ama arkadaşı, cümlesini tamamlamasını beklemeden cevabını verdi. Uzakta, çok uzakta… Sana veda etmek için geldim. Bu seni son görüşüm. Uzağa, çok uzağa gidiyorum.
Hayatında yarattığın herkes ve her şey senin düşüncenin yansımasıydı. Ben, eşin, kızın senin için üç önemli düşünceydik sadece. Ben senin “karakterindim”. Hiçbir zaman benden kopamadın. Eşin, belli bir yaşta yakalayabildiğin “yaşam tarzındı”. Zaman zaman değişmek istediğin ama alışkanlık haline getirdiğin yaşam tarzın. Kızın ise “umutlarındı”. İşte onu kaybettiğin an yok oldun. Bedenin anlamsızlaştı. Umutlarını yeniden kazandığın an, karakterin yeniden güçlenecek. Bundan sonra kızın yok, umutlarını besleyip büyüteceksin. Eşin yok. Yaşam tarzını kendi isteklerinle yöneteceksin ve en önemlisi “BEN” yokum. Karakterin en değerli dostun olacak…