Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

DÖNÜŞÜM

A+A-

“Kafka ile yaşamak, acınacak güncelliğimizin en büyük umudu.” Tezer Özlü, 1984

Bazen kafamı, olaylara çok fazla takmadan yaşamayı özlüyorum. Haftalar birbirini kovalarken biraz okumak, biraz yazmak, rutin işlere gömülmek, ders vermek ve gençlerin arasında geçirilecek zamanlarda hayattan saatler çalmak, yaşamla iletişime geçmenin farklı yöntemleri gibi gelir bana… Yine de, dünya çehresini saran acı bulutlarına ve yaşam sahnesindeki tüm olumsuzlulara karşı “duyarsız” kalabilmeyi isterdim.  Yazının temasını ise “aydınlık, ışık, sevgi” üzerine kurup gökkuşağının altından geçmeyi umut ederdim. Ve fakat nereye baksam karanlık karşılıyor beni! Ötesine geçebilmek adına karanlıkların gölgelerinden sıyrılıp belki Orta Dünya’nın beklenen sürpriz sahnelerine dalıp, oradan yeniden hayata akabilirim. Orta Dünya’nın koparacağı fırtınalar ve büyüleyeceği benliğim de çekici gelmiyorsa, ya bana? O zaman yapacak çok fazla bir şey kalmadı senin için, demenize fırsat vermeden akmak gerek cümle aralarına… Dünyanın bizden uzak coğrafyalarında çocuklar ölürken ve acılar örülürken duvarların ardına, cümleler bile kifayetsiz kalabiliyor.

Cümlelere sığınarak geçireceğim zamanı iyi değerlendirmem gerektiğinin “farkındalık” sandığına hemen dalmalıyım. Zaman önemli! Acıların üzerime çöktürdüğü ağır uykularda rüya görme itiyadını kaybettim. Her uykunun sonunda gerçeklere eviriliyor rüyalar… Yaşamla itişip kakışma huyumu da eskilerde bırakma zamanı çoktan geldi de geçiyor bile!
Karar verdim ve hiç anlaşılmaz gibi görünen zamanın aslında insanları anlamaktan daha kolay ve belli bir metot doğrultusunda daha da keyifli hale geldiğini gördüm. Çünkü tüm yaşantılar ve anlara sığan görüntülerle üst üste yığılan yıllar, zamandan kopya edilenler değil midir? Zaman silip süpürüyor yaşanmışlıkları ve geride kalanlarla bir bellek oyunu içinde yanıp sönüyor yakamozlar içimizde… Kendi yakamozlarımızı görünür kılmak adına, evrimleşiyoruz zamanın içinde… İnsanlık denilen olgu bir yanıyor, bir kayboluyor… Görüldüğü üzere, yakamozlar o kadar da romantik doğaüstü görüntülere dönüşmüyor. İnsan insanlığından uzaklaştıkça bulutlar güneşi gölgeleyecek derecede sarıyor etrafımızı. Dikkat edelim de yıldız kayması gibi akıp gitmesin uzamın içinden kargaşanın derinliklerindeki siyahlıkların tuhaf sarhoşluğuna!

Sonuçta şunu söylemek için sözü toparlıyorum: Uykularım sonlandığında bir böcekten aşırılan uzuvlarımla sevdiklerimi kucaklamak ürkütücü arka sokak sendromu yaratıyor, bende. Söz böylesi bir uyku ve rüya aleminin kıyılarına vurduğunda Franz Kafka gelir akla… Küçük burjuva çevrelerindeki yozlaşmış aile ilişkilerini ince ince işlediği uzun öyküsünün satır aralarında kaybolmalıyız. Gereklilik, yaşamın büyük itina ile doldurulan boş, safsata ve de gelip-geçici gerginliklerinde yitirilen zamanın peşinden koşmak gibidir. Zamanın resmini yapmak isterdim. Belki biraz da Rothko’ya olan tutkumdan kaynaklanıyor bu istemim. Hüznün sonbahar esintilerini savurduğuna inandığım yüzeylerinde hiçbir kesinlik yoktur. Sınırlar erirken, renkler üst üsteliklerinde yaşama dair tedirgin duran bir ruh aleminin içsel duyularını kusar. Acının ördüğü renk örtülerini sözcüklerle delip çıkmak istiyorum karıştığım bu bulanıklık içinden… Anlatmak istediklerim çok basittir. Kendim salıverdim düşünce bulutlarını çakıl taşlı suların arasına… Arada çakılları delerek geçerken içine sızan cam kırıklarına da rastlamasam, daha çok dinginleşeceğim şu sözcük öbeklerinin içinden çıkamazken! Kafka’yla başlayıp Rothko’ya uzandığımın farkındayım. İkisinin de yaşadığı dönemlerde, dünya topyekûn, savaş atmosferinde örülen dikenli tellere takılmamış mıydı? Tellerin arasından biri sözcükleri çekip çıkardı, diğeri renkleri alıp savaş fırtınalarından bir yanardağ inşa etti.

Şimdi infilak etme zamanı!

“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Kafka Dönüşüm adlı kitabına bu sözle başladığında zaman sarkacı, XX. yüzyılın başlarını gösteriyordu. (1915)

“…Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı ve başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş, kahverengi, sertleşen kısımların oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnını görüyordu; karnının tepesindeki yorgan neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunabileceği hiçbir nokta kalmamış gibiydi.”

Kafka'nın küçük dev eseri Dönüşüm bu satırlarla başlar.

Acınası incelikte çok sayıda bacak Samsa’nın dilini anlamadığı bedeninden çıkmaktaydı. Dilini anlamadığımız ne varsa etrafta kol geziyor, bugünde bile! Bedeni insanken de yaşamın dışındadır ve fakat böcekleştiğin de ise artık uzaklaştırılması gereken bir haşeredir. Baba baskısına karışan toplum baskısı bedeni ele geçirdiğinde, Samsa için gelecek adına yeşerecek “umut” kıpırtıları hangi dağın ardında kalmıştır? Pandora’nın kutusunun bile işe yaramadığına inandığım bir süreçten geçiyor dünya… 

Yaralar yaralara açılır. Dış dünyadaki toplumsal temalar içe sızar bi’ şekilde! Öldürülmesi gereken haşere babanın bastonundan veya elmayla gelen ölümden kaçamayacaktır. Şeytan’ın aracılığında gelen sona hazırlanmalı ve bir an önce bu dünyadan kovulmalıdır. Utançla karışan hayal kırıklıkları ve suçun kimin üzerinde kalmasına karar veren toplumun açtığı yara uçurumlarının karşısında ne denilebilir ki?!

- Dünya ile savaşında dünyanın tarafında ol!

Alınan yaralardan kurtulmanın imkanı yoktur. Samsa’nın Dönüşüm öyküsü aslında hepimizin bir şekilde tosladığımız başkalaşımdır. Hala düşünmekteyim: Olaylara ve bu bağlamda insanlara, topluma takılmadan yaşamak mümkün müdür? Tedirgin düşlerden uyanmak ister miyiz? Uyandığımızda başımıza geleceklerden ve başkalaşan bedenimizin açtığı yeni belalardan korunabilecek miyiz? Bir böceğin başına tebelleş olan hüzün ve trajedinin adı: Acımasızlıktır!

Yaşam döngüsündeki mutsuzlukları kırmak adına bir sabah böcekleşerek, başkalaşıp daha da karanlıklara batmak arasında şeffaf bir perde hafifçe zaman rüzgârında salınmakta!
Ne kadar kolay öyle değil mi: insanları davranışlarından, seçimlerinden, eğitimlerinden, oturup kalkmasından tutun da konuştuğu dile kadar, kültürüne, coğrafyasına ve cinsel tercihine varıncaya kadar geniş bir yelpaze içinde dışlayıp, sırt çevirmek ve başkalaştırmak. Ne acı bir trajedi!

Son söz: Ne kadar çok isterdim başkalaşarak yaşamayı onca acının lekelediği şu dünya duvarında!

İnsanlar böcekleşirken, böcekler insanlaşır mı?

Bu haftalık da benden bu kadar!

(Arşivimden…)

Bu yazı toplam 2685 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar